24 Aralık 2013 Salı

OperasyonPlastik

   

  
  17 Aralık sabahı, İçinde 3 bakanın oğlunun isminin de geçtiği, seri tutuklamaların ve kanıtların ortalığa saçıldığı bir yolsuzluk operasyonuna uyandık.. İşin içinde bir devlet bankası olan Halkbank, sit alanı peşkeşi, Toki ihalesinde yolsuzluk, rüşvet, kayırma, tehdit ve benzeri ne tür suç varsa, neredeyse hepsi vardı.

   Özellikle Türkiye'de alışıla gelinenin dışında, operasyon oldukça gizli yürütülmüş, İçinde içişleri bakanının da olduğu 'üst'ler konuyla ilgili hiç bilgilendirilmeksizin neredeyse 2 yıl süren soruşturma, bir sabah erken saatlerde operasyona tetiklenmiş ve kuşku uyandırmak konusunda eksiksiz gibi görünen kanıtlar özellikle de sosyal medyada (önceden lansmanı da yapılarak !) yayımlanmıştı...

  Fakat resim anlaşılır biçimde görülmeye başladığında farkedildi ki, ortada bir değil tam üç soruşturma ve bunların sonucu olan yine 3 ayrı operasyon vardı..
 
  Operasyonlar, savcılar ve bağlantılı emniyet birimlerinin kurduğu takımlarca büyük bir gizlilik içinde yürütülmüş, konuyla ilgili neredeyse hiçbir bilgi dışarıya sızdırılmamıştı.
  Bu önlemi almak oldukça akla yakındı, çünkü "yolsuzluk", "en yukarıdakilere" kadar uzanıyor gibi görünüyordu ve engellenme ya da karartılma olasılığı yüksekti.
  Bu bakımdan, soruşturmayı sürdüren ekiplerin, konuyla ilgili ketumluğu takdire şayan olarak tasdiklenmeli..

  Ancak süreç içinde resim netleştikçe görüldü ki, ortada bir sorun var;
 
  Söz konusu edilen bu üç soruşturmanın birbiriyle ortak hiçbir noktası yoktu ve
  ancak (o da çok zorlanarak), sorumluluk silsilesiyle Başbakana kadar çıktıklarında ortaklaşabiliyordular.

  Yani soruşturmaları yürüten ekipler, son ana kadar ser verip sır vermemişler, birbirlerinden ve yapıp ettiklerinden hiç haberleri olmamış ama her birinin operasyonu aynı anda olgunlaşınca, hepsi birden aynı günün sabahında harekete geçmeye karar vermişdiler..

  Böyle bir şeyin tesadüf olma olasılığını geçerek;
  En azından soruşturmalara bir yerinden ve bir zamanda dahil olmuş, operasyonları eşzamanlı yürütmeyi soruşturmanın bekaası için gerekli görecek şekilde analiz edebilen ve tahminen operasyonu da tetikleyen, bir "üst akıl" olması gerektiği sonucuna varmalıyız.
 
  Ancak ortada böyle bir eşgüdüm mercii bulunmuyor.
 
  Hiç kimse ortaya çıkıp bütün bu operasyonlar, tarafımızdan ve şu sebeplerle yapılmıştır, sorumluluğu bizdedir ve gerekçelerimiz de şunlardır demedi, diyeceği de yok..

  Operasyonun "plastik" noktası burası.
  Bir kahramanı olması gerekirdi ama yok.
 
  Ya da var,
  Hala kime ait olduğu belli olmayan ve şimdiden benzerleri havalarda uçmaya başlamış bir
  para sayma makinesi..
 

 

14 Ekim 2013 Pazartesi

mağduriyetlerden mağduriyet beğenmek..

  İnsanın kendisiyle ilgili yazması zor, en azından benim için zor ama bu gün (14 ekim pazar), Yenişafak gazetesinde, 4 ekim günü açılan "Havana Elektrikçisi" sergim için çıkan haber ve onun yapılış biçimiyle ilgili aşağıdakileri yazmak zorunluluğu doğdu..
  ( Haberin linki şu; http://yenisafak.mobi/gundem-haber/riyak%C3%A2rliga-dayanamadim-13.10.2013-573631 )

  Haberde söylemediğim hiçbir şey yazılmış değil, hepsi benim sözlerim. Ancak, görülebileceği gibi, kültür sanat sayfasında yayımlanan bu haber, serginin içeriği ve biçemine tek kelime etmeden meseleyi bir "mağduriyet edebiyatı"na bağlayıp araçsallaştırmış.
  Sergi ile ilgili hazırlanmış bir bültenim var ve tabii ki Yenişafak muhabirine de bu yazı ulaştırıldı.
  Konuyla ilgili basında başka haberler de yapıldı ve bu bültendeki bilgiler Yenişafak'ın haberi hariç diğerlerinde kullanıldı. Örnekleri aşağıda;

http://www.istanbulajansi.com/haber/6462/quotHavana-Elektrikcisiquot-Beyoglunda.html

http://www.ulkedehaber.com/haber/havana-elektrikcisi-beyoglunda-17247.html#.UlPzrpIIpvs.facebook

  Gezi olaylarının, toplumun geniş bir kesiminde oluşturduğu ve ancak Başbakanın arada bir (sertliğinden şikayetle) bahsedilen söylemleri hariç, hiç açığa çıkmayan bir tepki sözkonusu.
Bastırılmış ve benim ve Yenişafak muhabirinin de olasılıkla taşıyıcısı olduğu bu tepki, söyleşide, yansıttığım ve tabii onun da anladığı biçimiyle birleşip, haberin gövdesini oluşturmuş.
  Anlaşılır bir hata olmakla birlikte, serginin içeriği ile ilgili tek kelime yazılmadığı için,
haber, bir "sergi"yi değil, öznesini oluşturduğum ("mağduriyet"in altını çizmeye gayet müsait bir fotografla birlikte) camiadaki bir dışlanma öyküsüne dönüşmüş.
  Gayet iyi bildiğimiz "Gezi riyakarlığı"nın, haberin bu şekilde verilmesinden bir "mağduriyetten nemalanma" algısı yaratacağına, benim bu vesile ile "karşı tarafa yaranmak istediğim" söylemlerine yol açacağına şüphe yok. Üstelik bu, şahsen tanımadıklarım dışında, beni tanıyan, sol geçmişimi, ateistliğimi, evrimci Anarşizme olan yakınlığımı gayet iyi bilenler ve politik doğruluk adına neleri yitirmiş olduğuma da şahit olanlar tarafından bile yapılacak.
  Yani şahsıma düşen, bu sefer de, mağduriyetlerden mağduriyet beğenmek oldu. :)
  Tabii ki böyle olması benim adına üzücü.
  Ve eminim ki, haberi hazırlayan muhabir arkadaş da böyle olsun istemezdi.
  Ama oldu ve artık yapılacak birşey yok. Varlığımız illa bir takım varlıklara armağan olmalı demek ki..
  Andımız kaldırılmış olsa da olmasa da.. :)
 
Son bir not; haberde "sergime kimse gelmedi" şeklinde bir cümle geçiyor. Bağlamından koparılınca ortaya çıkan anlam, gerçekten de kimsenin gelmemiş olduğu ve tabii ki böyle birşey yok..Görüşleri bana yakın olan ve olmasa da "mahalle baskısının yok sayma eylemi"ne katılmayan birçok arkadaşım ve hiç tanımadığım daha bir sürü insan hem açılışta ve hem de sonrasında sergiyi ziyaret etti.
Onların yok sayılması, haberde en üzüldüğüm yer oldu, bilinsin istedim.
Gelen herkese de, bu vesile ile çok teşekkürler.
 
 

22 Eylül 2013 Pazar

Gezi'de Kimler vardı..

   


   GEZİ'de kimler vardı?
  
   İlk önce ve en başta, kafalarında, yüzüklerin efendisinden mülhem yürüyen ağaçlarıyla karışık, Ursula LeGuin ütopyalarına uzaklıktan şikayetçi düşünceleri ve hülyalarıyla, çevreciler/yeşiller vardı..
 
   Sonra, Tarlabaşının polisle çatışmayı oyun edinmiş Kürt çocukları vardı.
Sırrı Süreya Önder yetişene kadar beceriksizce sündürülmüş, görmeyen duymayan kalmasın diye çadırların ateşe verildiği operasyona bir biçimde yetişen, diğer Kürtlerle birlikte..

   Entelektüel birikimleri içkilerine meze, mahallemin insanları, Cihangirliler vardı..
   Aralarında dizi sektörünün tanınmış bol "bölüm başı" ücretli oyuncuları ve yine aynı sektörden yazarlar, produktorler, organizatörler, şirket sahipleri, modeller, mankenler, makyözler, kuaförler, ajanscı, barcı ve restorancılar vardı,
  Tasarımcı, küratör ve designer'lar da..

   Ulusal solcular vardı.
Yani nasyonal sosyalistler, yani adı sol kendi sağ, bildiğimiz Faşistler, kalpaklı bayraklarını alıp gelmişdiler..

   Devrimciler vardı, sırf devrime benzeyen bir şeyin kokusunu aldıkları için, hiçbir sınıfsal aidiyetleri, çoktan beridir olmadığı için, çokca hikaye, şarkı, türkü ve konserve nefretler biriktirmiş devrimciler..

  "Eski Tüfekler" vardı.
Sonradan zengin olmuşlarında, bu sayede biraz olsun hafifleteceklerini sandıkları bir iç sızısı ve temize çıkma isteği,
parayı hiç bulamamış olanlarında o eski, kaldığı yerde küflenmiş devrimci nefret ve hayalkırıklığı ile yılların bilediği öfke vardı..

   Alaylardan, sataşmalardan ve türlü sekter tavırla birlikte, küçük bir komüne saplanıp kalmış olmaklıklarından bıkmış, örgütsel hayatları boyunca, her nasılsa yaptıkları en doğru iş olan "Yetmez Ama Evet!" demişlikleri burunlarından getirilmiş, Troçkistler vardı, "bakın biz de burdayız, sizinle birlikte direniyoruz, biz de devrimciyiz, bizi yine sevin.." demek için oradalardı..

   Devlet ve şehir tiyatrosunun, balesinin, operasının memur/sanatçıları vardı..
Arpalık kurumlarını altlarından çekip alma olasılığı ortaya çıkmadan çok önce bile
Tayyip Erdoğan/AKP nefretinden dönmüş gözleriyle, " bu defa bitti, artık yeter, bu sefer Tayyip gidecek ! " diyorlardı..

   Ünlü/ünsüz, yüksek, orta ve düşük gelirli her türden reklamcı vardı..
Türkiye'de sektörün patlamasının, 12 eylül gazisi devrimciler tarafından yükseltildiği yıllara denk gelmesinden kaynaklı, bir yarı entelektüelliğin içine mütemmim cüz olarak katılmış, kerameti kendinden menkul "ne kuş ne deve" "Solculuk"larıyla reklamcılar, tam takım oradaydılar..
   Sırf, "necisin sen?"diye sorulduğunda, "kemküm" eden ve "Gezi" ile birlikte, her nasılsa aniden solculuklarını hatırlamış olanları da değil üstelik, "bireyciliğin" Dünyaca ünlü dil ustası, Antikomünizmin sancak yazarı Ayn Raynd'ın yayımcılarından biri de oradaydı.. (Neyse ki çabucak çark ettiği virajı Can Paker sayesinde aldı da, yine sıyırdı.)
                                    
    Ülkücüler de oradaydı..
12 Eylülden sonraki tek varlık sebepleri olan 30 yıllık iç savaşı bitirdiği için, hükumete gizli gizli diş bilediklerinden, kurt sürüleri gibi saldırmak ve şiddet, ideogenetik kodlarında kazılı olduğundan,
ve fakat tam da o savaşın karşı tarafı, Kürtler'i de sorun etmeyerek, oradaydılar..

   Bilebildikleri hayatları boyunca, tepelerinde dikilmiş ve kafalarında (disiplin=devlet=AKP=polis) formülüyle, yaşları gereği isyancı ve arayıştaki gençler de oradaydı.. Kimisi okul çantalarıyla, kimisi i-phone'ları, hevesleri, sevgilileri ve adrenalinleriyle..
   Bazıları derslerini, sınavlarını ekti, gitmedi. Bazıları otobüs ya da taksilerden inip biraz yürüyerek veya ailelerinin altlarına çektikleri arabalarını güvenli bir yere parkedip, sonra da eylemlere katılmak ve "devrimcicilik oynamak" üzere oradaydı..

   İt/kopuk da oradaydı..
ışığa gelen pervaneler gibi doluşmuştular üstelik, kargaşaya, polissizlik fırsatına..
  
   Seyyar satıcılar, yankesiciler, torbacılar, sivil polis ve zabıtalar da oradaydı..
  
   Ve tabii sanatçılar oradaydı. Ne de olsa "Sanat Muhaliftir" değil mi?
   
   Sendikalar da vardı, işçisiz, emekçisiz, işlevsiz, kadro/memurlarını gönderdiler günler sonra..

   Ve İşaretsiz, flamasız, bayraksız ve pek kimseye farkettirmeden ve sonradan gelen Aleviler vardı..
   Kimbilir nerelerde ve kimlerin gazına gelmiş, Suriye'de Esad'ın akıllı bir taktikle, bir mezhepsel çatışma kisvesine büründürdüğü içsavaşın, mecburi taraflarından biri olma provokasyonuna gelenleri Alevilerin..
   Kalabalık, ama dediğim gibi "işaretsiz ve bayraksız" bir kitle olarak, oradaydılar..

   Ve bana "karşı çıkma, yalnız kalırsın" diye uyaran (ama artık nedense, "gezi" ile ilgili tek kelime etmeyenleri de dahil), bir kısmı artık yüzüme bakmayan, kimi açıkça ve nefretle küfreden arkadaşlarımın, dostlarımın çoğu da oradaydı..

    Benzerleri burda da çok, Occupy fetişisti turistleri de atlamayalım,
onlar da oradaydı..
  
   Yani neredeyse işçi sınıfı hariç (onlar işlerinde, güçlerindeydiler, pazar günü de Kazlıçeşmeye gittiler..), hemen herkes oradaydı..

   Ben mi? ben herşeyin ortasında ama satıhta değil, maden ocağının dibindeydim..
yani en azından, hissiyat olarak..

   Fırat Erez
  
  

  

  


  

  


  

15 Eylül 2013 Pazar

Foklar Balık değildir, Biz de Alık değiliz..



   Twitter'dan bir haber düştü bu gün önüme;

   "MERSİN- Yeşilovacık beldesinde Akdeniz foklarının yaşam alanı olan mağaralar kimliği belirsiz kişilerce bombalandı." diyordu..
   Manşet'i de "LİMAN İÇİN FOK KATLİAMI" diye atmıştı, haberin sahibi Etkin Haber Sitesi..
   ( Linki şu; http://www.etha.com.tr/Haber/2013/09/15/yasam/liman-icin-fok-katliami/ )

   Yazıyı okuyan ve deniz memelileri, özellikle de fok'lar üzerinde bilgisi olmayan birisinin,
Akdenizin serin sularında buluşan sevimli fokların, aşklarını tamama erdirmek için sığındıkları mağaralarında, nükleer ve termik santraller yapan, bunlara limanlar inşaa eden acımasız adamlarca bombalanarak öldürüldüklerini hayal etmemesi için hiçbir sebep yok..
    Oysa gerçek hiç de öyle değil.
    Foklar ilginç hayvanlardır. Diğer deniz memelilerinin aksine mahremiyetlerine oldukça düşkündürler ve insanoğlundan uzak durmak için aşırı çaba gösterirler.
    Bütün bir akdeniz havzasına dağılmış, (scuba) dalış okullarına ve onların binlerce dalışı olan emektarlarına sorun, dalışlarında her tür canlıyı görmüşlerdir ama fok görmüş olanına çok zor rastlarsınız.
    Genellikle su kesimindeki ve içinde bir hava haznesi bulunan, tercihen girişi sualtından olan mağaraları yuva olarak edinirler. Eğer bir insan onlar orada yokken ve evlerinin çok uzağındayken bile, sahiplendikleri mağaraya girerse, döndüklerinde kokusunu alır ve orayı onyıllar geçip de insanın kokusu tamamen temizlenmeden, bir daha kullanmazlar..
    Bu anlatılanlar ışığında düşündüğümüzde, habere konu inşaatın çevresindeki mağaraları kullanan fokların, çoktan o bölgeden uzaklaştıklarını tahmin etmek hiç zor değil.
    Liman inşaatını 4 ay boyunca durduran hamleyi yapan olası şikayetçilerden biri de "Taşucu Eğitim ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı" Başkanı Arslan Eyce'nin ve konuyu meclise taşımış bulunan CHP İçel Milletvekili Prof. Dr. Aytuğ Atıcı'nın yukarıdaki anlatılanlara vakıf olup olmadığını bilemiyorum.
    Onların iddia ettiği gibi "bombalamanın"da bu mağaraları yıkmak ya da yok etmek amacıyla mı yoksa sadece balık avlamak amacıyla mı yapıldığını buradan bilmek de imkansız..
    Ancak bahsetmek istediğim bu değil.
    Bu örnek olayda görülen bir olgu son zamanlarda sıklıkla karşıma çıkıyor.
    Sözünü ettiğim, belli uzmanlık ve ilgi alanları olan, kimi çevreci vs sivil toplum kuruluşları, kimi az ya da çok yetkili meslek odaları, barolar gibi oluşumların siyasi tutum alışlarındaki çifte standartlılık..
    Bu tarz örgütlenmeler, ya konuları dışındaki alanlarda görüş bildirmek ve eylemlilik, ya da yetki ve uzmanlıklarını sadece muhalefet yapmak amaçlı çarpıtmalara kurban edebilen, gayrı etik tavırlarıyla sıkça dikkat çekiyor ve gündeme geliyorlar.
    Yukarıda anlatılan olay da bence bunun tipik örneklerinden biri
    Özellikle Medyadaki bilinirlikleri dikkate alınarak birkaç örnek daha vermek gerekirse, şunlar dikkat çekiyor;
    En yakın tarihlisi, Hatay tabibler odası başkanı Selim Matkap'ın, sonradan özür dilediği ve Ahmet Atakan'ın ön otopsisinde düşme izi bulunmadığı doğrultusunda belirttiği kanaati...
   Bu kanaat bildirimi, yine bir propaganda malzemesi olarak çalıştırıldı ve ölüm için polisi suçlayanların protesto için sokaklara dökülmeleri sonucunda Kadıköy'de bir başka ölüm meydana geldi. Dilenen özrün bir kıymet-i harbiyesi var mı? Karar size kalmış.
   Bir başka bilinen ve en sık rastlanan örnek de TMMOB ve her tür "devlet"le bağlantılı projeye mesleki bilgilerini kafa karıştırıcı, tek taraflı ve amaçlı kullanarak, projelere taş koyma çabaları..
   Sonunda Hükumet, bu odaların yetkilerini budayarak kendilerine cevap verdi. Oysa ki gerçek bir demokraside bu tür kurumların (her ne kadar bazıları zamanında, Korporatist amaçlarla kurulmuş da olsalar) Devlet erkinin, taban tarafından denetimi adına tartışılmaz değer ve önemleri vardır.
   Oysa bu ve benzeri,  kurum ve yetkililer, pozisyonlarını siyaseten araçsallaştırarak ilk önce, hep savunduklarını söyledikleri kendi halk'larına ihanet etmiş oluyorlar..
   Son örneğimiz de, kendisini, adeta bir karikatür TGB militanı haline getirmiş, İstanbul Baro başkanı Ümit Kocasakal olsun ve bu yazı da bitsin..

   Fırat Erez.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Kanal İstanbul Projesi üzerine..

  Bu yazı,
Kanal İstanbul projesi üzerine, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji bölümünden, 52 not ortalaması ile 8 senede mezun olmuş, notunu gördüğünde "tüh ! 2 puan fazla çalışmışım" diyen, biyolojiye aşık ama hiç buluşamamış, mühendis kafalı bir fotoğrafçı tarafınan gündemin gösterdiği lüzum üzerine yazılmıştır. *

 İki sebepten, bir miktar da geç kalmıştır;

1. "ODTÜ eşiği" konusu, okumaktan nefret edilen 'okul metinleri'nin içinde aranıp bulunmalıydı.
2.  Stoacılığa (tabiri caiz ise) toslanıldı. Bilindiği gibi stoacılık, doğaya tapar. Her biyolojist, eğer ahlaksız değilse mutlak biraz stoacı olmalı iken, iş bu yazı (olasılıkla az bildiğinden) o ahlaksız biyolojistlerden biri tarafından yazıldı
( stoacılık için; http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_sozlugu/s/stoacilik_nedir_ne_demektir.asp )

  Önce hocamızı tanıyalım; http://www.cevre.hacettepe.edu.tr/turkce/prs/sayfalar/Cemal/Cemal.shtml Kendisi, bilimsel yetkinliğinden kuşku duyulamayacak biri olmasının dışında "çöl tozları" incelemesiyle ayrıca başarılı bulunan bir bilim insanı.  
  Ve Kanal İstanbul ile ilgili fikirleri şöyle; http://haber.gazetevatan.com/felaket-olur-unutun/556947/1/gundem
Aslında yazı sadece bu kadar değil. bu kısaltılmış  ve bazı ekler yapılmış hali. orijinali şu http://www.havadantozdan.com/cilgin-proje-neden-olmaz/


  Yazıda da görülebileceği gibi Prof. Dr. Cemal Saydam, kanalın, karadeniz suyunu Marmaraya deşarj eden bir yapı olacağını ve bunun çeşitli çevresel etkilerini tartışarak, sonucu bir "çevre felaketi" olarak ilan ediyor.
  Haddim olmayarak, kendisiyle aynı fikirde olmadığımı ilamla açıklamaya çalışayım;
  Başlangıç için sn Saydam'ın da anlattığı, 3 deniz ve 2 boğaz ile ilgili temel bilgileri basitleştirerek gözden geçirmekte fayda var.

1.AKDENİZ; bir Tuz çölüdür. çok fazla tür zenginliği bulundurmakla beraber besinin azlığı yüzünden türlerin populasyonunun artmasına izin vermez. Tuz yönünden zenginliği, suyunu, söz ettiğimiz denizlerin en ağırı yapar.

2.EGE; Aslında, Akdenizin bir uzantısıdır. Çanakkale boğazından gelen Besin değeri yüksek (pis) su tarafından kirletildiği için belli türlerin çoğalmasına izin verir. Bu bakımdan özellikle boğaza yakın bölgeleri balıkçılığa uygundur.

3.ÇANAKKALE BOĞAZI; yaklaşık eşit miktarda suyu üstten Marmaradan Ege'ye, alttan da Ege'den Marmaraya geçirir. Bir anlamda Marmarayı temizlerken Egeyi kirletir.

4.MARMARA; Karadenizden gelen hafif su, Marmaranın üzerinde 25 m'lik bir tabaka olarak yavaşça Çanakkale boğazına doğru akar. bunu yaparken daha derin bölgelerdeki havayla temas etmeyen suyu oksijensiz bırakır. Yani Marmarada hiç bir zaman çok bol balık bulunmamıştır.

5.KARADENİZ
7000 yıldan beri denizdir. önceden tıpkı Marmara gibi bir göldü. sürekli ırmaklarla beslenir, tuzluluğu düşük (ki bu hafif de demektir) ve kirlidir. bu bakımdan az sayıda tür her zaman büyük kitlelerle (populasyon) bulunur. Türkiye balıkçılığının %80'i Karadenizde yapılır ve onun da %80'i hamsidir.

6.İSTANBUL BOĞAZI; Tıpkı Çanakkale gibi Karadenizin hafif suyunu üstten, Egenin ağır suyunu alttan Marmara ve Karadenize servis eder. ancak bir farkla;
  ODTÜ'lüler tarafından bulunduğu için "odtü eşiği" de denen, deniz seviyesi altında 50 metre derinliğe kadar yükselen, bir zemin çıkıntısı tarafından Ege'den gelen su engellenir. Eşikten kalan kısım, yani 50m'lik yüzey, Karadeniz'den gelen suyun işgal alanıdır.
Hem boğazın yapısı ve hem de bu zemin engelinin yarattığı karmaşa yüzünden akım düzensizleşir ve sular bir miktar karışır. Bu da iki denizin su alışverişi ölçümü zorlaştırır.
Hocamız, Marmara suyunun Karadeniz'e geçiş ölçümünü (eğer yanlış anlamıyor isem) en iyi kendi ekibinin yaptığı iddiasında ve yüksek olasılıkla haklı da. Ancak, yine de belirtmekte fayda var ki Marmara suyunun Karadeniz'e geçişi verdiği rakamlardan az olabilir. Biz bu alışverişin en birbirine yakın olduğu oranları alalım, şöyleler;
Karadeniz'den Marmara'ya yılda 300 k.m.küp
Marmara'dan   Karadeniz'e yılda 125 k.m.küp

Yani her yıl Karadeniz, İstanbul boğazı aracılığı ile Marmaraya en az 175 k.m.küp su boşaltmakta ki bu Kanal İstanbul'un da yapacağı şeyin aynısı.
Sözün kısası, Kanal istanbul Karadenizden Marmaraya akan suyun miktarını artırmaktan başka birşey yapmayacak. (bu bağlamda Karadenize kıyısı olan ülkeler, açılan bir boğaza kızmaz ama kapanan bir boğaza kızar.)
Peki bu, bütünüyle "zararsız" kabul edebileceğimiz bir durum mudur? Bu noktada özellikle derinliği 25 m. olarak tasarlanan kanalın ne miktarda su taşıyacağı önemlidir ve hesabı da sanıldığı kadar kolay olmasa da yapılamaz değildir.
(Bunun dışında, Kanal İstanbul'da çift yönlü akışın, alttan Marmara ve üstten Karadeniz suyunun akmayacağının da garantisinin olmadığını düşünüyorum. Ancak yine de önermeleri, olmayacağı üzerinden yürütüyorum.)
   Kanal İstanbul'un getireceği iki olgu net.
1. Karadeniz, Marmaraya daha çok akacak
2. Kanalın giriş ve çıkışlarında su dengesi değişecek.
    (önemli bir konu daha var ki o da kesilen akiferler. ancak, buna daha sonra değineceğim.)
   İlk beklenen sonuç, 7000 yıl boyunca, Marmara denizi üzerinde 25m kalınlığa ulaşmış ve dip yaşamını boğan, (hocamızın deyimi ile) Marmara'yı astımlı bir hasta yapan "Karadeniz suyu" tabakasının kalınlaşması olacaktır. bu konuda, halihazırdaki durum için şöyle diyor hocamız; "Oksijenin denizlerdeki kaynağı elbette atmosferdir ama gel gelelim oksijen de bu tabakayı geçemez."(ayrıca ışığı da kesiyor)
Ancak şöyle bir durum var;
  Sözkonusu tabaka, dip suyuna oksijen ve ışık geçişini engelliyorken, kalın ya da ince olması arasında ne fark var?
  Bu sorunun cevabı 'kesinlikle yok' değildir, ancak Kanal İstanbul'un debisi üzerinden, tahmin de edilebilir. Burada şahsi fikrim, sonuçlarının Prof.Dr. Cemal Saydam'ın söylediği, sonsuz döngü ile gelen "Felaket" gibi olmayacağıdır.
olacak olan, en kısa ve net ifadesiyle;
Karadeniz, eskisinden daha temiz, Marmara biraz daha pis ve keza Ege, çok az miktarda daha pis.
     Tam burada sözüm, "sen hocandan daha mı iyi bileceksin?" diyenlere;
     Hayır. Fakat bu tahminlerin daha sağlıklı yapılabilmesi için gereken veriler elimizde yokken, yapılan, "hocamın tahminine tahminim"dir der, değeri okuyucuya bırakırım.
     Saydam, yukarıda linki verilen daha uzun yazısında, deşarjın, sadece Marmarayı değil, özellikle İzmit Körfezini de olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Ancak zaten kapalı bir su havzası olduğu için sınayi kirliliği yüksek körfeze su girişinin bir devirdaim yaratıp (evet, organik kirliliği biraz artırarak ama kimyasalı azaltarak) körfezi, görece temizlemesi olasılığını da atlıyor.
     Atladığı bir yer daha var sayın Cemal Saydam'ın;
Uzun uzun boğazın tehlikeli trafiğini anlattıktan sonra, uluslararası antlaşmalardan dem vurup, "kimseyi oradan geçmeye mecbur edemezsiniz" diyor, kimsenin mecbur edilmesine gerek olmayacağını atlıyor. (bir gün, bir Rus uçak gemisi, illa ki ben Boğaz'dan geçeceğim diye tutturursa da onu o zaman düşünürüz.)
     Sayın hocam Prof.Dr. Cemal Saydam ortalığa bolca hidrojen sülfür kokuları saçarak sanatın edebi alanlarında teknik bilgi ve birikimiyle at koşturmuş, helali hoş olsun.
     Yukarıda küçük bir yalan söyledim. İddiamın bir dayanağı var. Hocamın kullandığı bir hava fotoğrafı üzerine biraz çalıştım. Fotoğrafta, en fazla 1,5-2 piksellik yer işgal eden, gerçek genişlikleri ise 39 metre olan boğaz köprülerinden referansla, 6 piksellik bir fırçayla kanalı çizdim (ki en azından120 m eder).
Böylece 100 m genişliğinde olacak Kanal İstanbulun, İstanbul boğazı ile karşılaştırmalı bir "değerini" oluşturmuş oldum.
Sözkonusu fotoğrafı yukarıda, yazının başında görebilirsiniz

Fırat Erez.


















16 Temmuz 2013 Salı

PROVOKASYON, VAR MI YOK MU? *

provokasyon var mı, yok mu?
provokasyon nasıl oluşur? nasıl yönetilir?
Ethem Sarısülük'ün öldürüldüğü günün ertesinde, olayın filmleri ortaya çıktı.
aynı günün öğleninde 1, akşamında başka bir açıdan diğeri.. 3. film 3 gün kadar sonra ve 4.ve sonuncusu ise şu meşhur, yukarıya dönen mobese kamerasınınkiler 10 gün kadar sonra.
ilk film ortaya çıktığında, filmi (3 el atışın 1sn önce ve 1 sn sonrasına yoğunlaşarak) onlarca kez izledim.
polis kesinlikle havaya ateş ediyordu, 3 atışın 3'ü de, grup içindeki kimseyi hedef alamayacak bir açıdaydı
(burada kamera görüntülerinin yanıltıcı olabileceği konusunda, güvenilir birinden bir uyarı da aldım ama açıda yanılma olmaz diyerek aldırış etmedim. sonrasında söylenenin haklılığını anladığımda, o güne kadar bilmediğim bir optik yanılsamayı da öğrenmiş oldum)
peki, eğer öyleyse E.S. nasıl ölmüştü?
2.ci bir silahın orada bir yerde bu fırsatı beklediğini ve sırf provokasyon amacıyla olayda birinin ölmesini sağlayacak atışı yaptığını düşündüm.
çünkü gezi parkı olaylarının bir zincirleme reaksiyonu tetiklediğini, sürece başından değil ama sonradan, bazı müdahalelerin olduğunu,
aynen hükumetin söylemlerindeki gibi "sürece düşman", bir takım karanlık ellerin, olaylara müdahil olduğunu düşünüyordum, hissediyordum.
böylece, aslında kurulumu neredeyse imkansız olan, böyle bir tezgahın varlığına inanma eylimine girdim. yanılgım yarım gün kadar sürdü.
sonrasında 2. film ortaya çıktı.
ilk filmi izlediğim şekilde 2.'de izledim ve filmlerin içinde polisin kolunun düşüşünü, elinde silahının dönüşünü, E.S.'ün kalkan taşıdığını, 3. atışla senkronize, başının, sağ tarafından aldığı darbeyle savruluşunu vs ayırdedebildim.
o günden sonra da bu olayın yargısını "bir kaza" olarak verdim. 3 gün sonra ortaya çıkan filmde, E.S.'ün de içinde olduğu bir grup gösterici tarafından, kötü şekilde sıkıştırılan polisin, taş darbeleri altında geri çekilirken kalkanlarını da bıraktıkları görüntüler vardı.
E.S'yi vuran polis de olasılıkla ya o gruptan veya yakındaki bir ekiptendi. önce yayınlanan 2 film (E.S.'nin vurulmasını gösterenler) olayların bu "polis geriçekilmesi"nden sonrasını anlatıyordu..
polis (belkide kalkanını kaybettiğinden) gereksiz bir atılganlık gösterirken, gösterici grubunun içinde tek kalıyor,
kendine kaçabileceği bir alan fırsatı yaratmak için havaya 3 el silah sıkıyor,
ancak hem geri dönüp kaçma eylemine erken girerek kolunu düşürdüğü için
ve hem de silahı gevşek tuttuğu için,
3. atışta Ethem Sarısülük, soluna bakarken kafasının sağ yanından vuruluyordu.
(burada, yaptığının farkında olmayan polis memurunun, dönüp kaçmaya başladıktan sonra, namlusunda hala mermi ile kurulu durumdaki silahını, yere tutmayıp sopa gibi sallayarak polis arkadaşlarına doğru koşmasına dikkat!

buraya kadar, kişisel bir deneyimim (ve yanılgım) üzerinden Provokasyon algısına bir açıdan bakıldı.

şimdi gelelim OTPOR, Mehmet Ali Alabora ve tiyatrosu ve de şu Zello meselesine.

yukarıda, eksik bilgiyle yanılarak vardığım bir sonucu örnekledim. utanmadan(!), yine aynısını yapacağım. atıyorum, belki tutar :) ..

soğuk savaşın bitip, devlet - halk çelişkilerinin görece yumuşak bir seviyeye çekildiği, kabaca tarifiyle "iletişim halindeki uygar dünya devletlerinin artık kendilerine aleyhtar göstericilerin üzerine ateş açmadığı"
bir dünyada yaşadığımız söylenebilir.
Devletin anti-gösteri önlemleri teknolojik ve genelde hukuk üzerinden çalıştırılırken, göstericiler (potansiyel, kinetik ya da kronik, farketmez) belli taktik ve yöntemlerin paylaşımına girerek devleti ve uzantılarını felç etmenin yeni yöntemlerini geliştiriyor ve paylaşıyorlar. bu statüko'nun üzerinde de belli örgütlenmeler oluşuyor. OTPOR da yöntemlerin aktarımı, analizi ve geliştirilmesi, paylaşımı gibi konularda uzmanlaşarak kendine bir alan yaratmış, bu alandan beslenen, burada yaşayan insanlardan ibaret bir çekirdek. bir yanıyla bir "marka" olarak kendini pazarlarken, bir yanıyla da OCCUPY/isyan-işgal uzmanlığını ve donanımlarını satıyor.
orada burada karşımıza çıkması normal bu örgüt'ün komploculuk parantezinde anılması bir olgunun gözden kaçırılması anlamına geliyor; o olgu, "isyan endüstrisi" .

ve geliyoruz, Mehmet Ali Alabora'nın insanların, sosyal medya vs sayesinde, çağdaş bir ülkenin diktatörüne karşı ayaklanma-örgütleme dersleri verildiği söylenen oyununa..
Arap Baharının o çok meftun olduğumuz sosyal medya sayesinde şahlandığı, zafere ulaştığı, hepimizin malumu (en azından kanaati).
bu "gereç" ve kullanım koşulları üzerine bir öykü kurmak, yazmak, sahneye koymak da, yine şaşılacak bir yön yok. bir fenomen oluşuyor ve sanatçılar da doğal olarak konuyla ilgili eserler üretiyor, katılıyorlar.
bu tarz üretimleri de bir yanıyla yukarıda bahsedilen "isyan endustrisi"ne sokmak mümkün.

yukarıda anlatılanlar, (ve biraz sonra anlatılacak) zello gibi uygulamalar kendiliğindenci ontolojilerine rağmen aynı zamanda da müdahaleye açık yapılar.
 küçük ve fakat yerinde çabalar harcanarak, otpor vs gibi örgütlerin belli bölgelerde etkilerini yoğunlaştırmaları, yöntem önerilerini yumuşaktan sert'e doğru evirmeleri gibi manuplasyonların yapılmadığını düşünmek ise biraz "safiyane" kalıyor.
örneğin M.A.Alabora nasıl bir etki altında kalmış olabilir, tahmine çalışalım;

TC'nin ortadoğu politikalarından ve özellikle de Kürt barışına kesinlikle karşı bir takım odakların varlığını "hayal edelim" :) çok zor değil, değil mi?.
ve Alaboranın sahnelediği cinsten, bir de oyun gerekiyor öykü için ki bulunması zor değildir, yukarıda anlatıldı..
sonrası Türkiyeden bir piyon bulmak.
bu piyon, toplumda saygınlığı yüksek, "sanatçı muhaliftir" önermesini aksini hiç düşünmeden kabul edecek bir yarı cahillikte,
ve fakat yine de zeki (en azından buna kendini inandıracak miktarda) ve koşullanmış bilgi donanımı dışında iyi bir organizasyon yeteneği ve olanaklılığı da olmalı.
M.A.Alabora uygundur, diğer seçenekler ya net taraflı ya da uyanık olduklarından veyahutta L.Kırca örneğindeki gibi elini bulaştırmak istemeyeceğin cinsten olduklarından elendiler.

iyi kurgulanmış bir Tiyatro eseri, yeterince sponsor, biraz sırt sıvazlama oyunun partneri olarak seçilen "oyuncu"yu ikna etmekte yeterli olacaktır.

bir taşla 2 kuş vurulur, hem gençlerin ellerindeki vazgeçilmez aksesuarlarının nasıl toplumu toptan değiştirecek bir silaha dönüşebileceğinin bilgisi aktarılır (mezbul miktar ajitasyonla)
ve hem de ülke genelinde güvenilirliği yüksek bir insan üzerinden, gelecek "komplo" suçlamaları, baştan itibarsızlaştırılır..

yukarıda "oyun" ile ilgil anlatılanlar tamamen yanlış da olabilirler.
olaylar tamamen bir oyunun sırf iyi yazılmış ve güncel bir fenomenin yorumunu içermesi yüzünden de, Alabora tarafından seçilmiş ve oynanmış olabilir
ama olmayabilir de..

bir de Zello meselesi var. bir tür sesli twitter gibi iş gören bu sistemin de birden yaygınlaşmasında belli manuplasyonlar yapılması ihtimali var.
ancak eylem aktivitesi içinde yazarak değil de konuşarak mesajlaşmanın taktik değerini gözden kaçırmamak lazım.
manuplasyon olabilir, olmayabilir de.
ve son kez zello üzerinden ve  Houston'dan gönderilen mesajlar..
bu konu Server adreslerinden kaynaklı bir yanlış algı olabilir ama olmayabilir de..

gezi olaylarının, en azından direnişçilerin (ya da sonradan devreye girecek "dış ve iç güçlerin") kararıyla ve iradesiyle başlamadığı kesindir.
( konu üzerine yazılmış bir kurgu denemem; "PARKIN O KÜÇÜK PARÇASI" http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013_06_01_archive.html )

ancak şu da kesindir ki,
TC ve Kürt hareketinin ittifakla başlattığı, ulus devleti yerel yönetimler ve giderek, federatif özgür yapılarla zayıflatan, çözümcü ortadoğu projesine,
yüz yıldır ortadoğuyu perde arkasından regule etmiş İngilterenin,
soğuk savaş öncesi hakimiyet ağlarıyla direnen ve ortadoğuda İsrailden başka partner istemeyen ABD Neoconlarının,
3.havaalanı ile büyük sekteye uğrayacak Almanların,
AKP'nin burjuvazisi denebilecek anadolu kaplanlarıyla, AKP nin antienflasyonist politikalarından hiç hazzetmiyen arkaik 1.Cumhuriyet kalıntısı rantçı burjuvazinin,
ve İranın ve Suriyenin ve Rusyanın ve Kürt barışı ile güçlenen Türkiyenin karşısında pozisyon alan bilumum çevrenin,
 tüm bu olaylar sırasında elikolu bağlı beklediğini düşünmek en hafif deyimle, saflıktır.

biraz uzun oldu, farkındayım sn Görmüş, umarım okursunuz.
bu arada, geçenlerde, Taksim Dayanışma ve Gezi tavrını konu alan 2 yazı üzerine SN Esra Arsan ile bir tartışmaya girdik.
konuyla ilgili cevabımı şu yazıda topladım. arada sizin konunuz da geçmekte. belki ilgilenirsiniz;

http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013/07/gezi-parki-olaylari-twitter-uzerinden.html

sevgiler saygılar

Fırat Erez.


*not; yukarıdaki yazı sn Alper Görmüş'ün şu yazısına;  http://m.t24.com.tr/yazi/muhafazakarlar-da-gazete-degil-mucadele-bulteni-istiyor/7062 yorum olarak yazılmıştır.
    

11 Temmuz 2013 Perşembe

GEZİ PARKI OLAYLARI
(twitter üzerinden gerçekleşen bir tartışmanın gösterdiği lüzum üzerine, sn Esra Arsan'a cevap mahiyetinde yazılmıştır.)


    öncelikle, "Taksim Dayanışmanın suçu ne?" sorusuna cevabım, hukukçu olmadığımdan kişisel normlar üzerinden olacak.
  Takdir edip etmemek, benim değil okuyucunun kendi normlarına ve onlarla olan ilişkisine kalmıştır.
  
 yargılama için olayın başına dönmek gerek;

"çadır yakmak*" gibi gayet provakatif bir biçimde başlayan/başlatılan olayların ilk bölümü 3 gün sürdü. giderek artan direnişin sonunda polis (devlet), meydanı halka bırakarak çekildi.
   (bu tek başına, tarihte örneği az görülmüş bir olgudur. hiçbir devlet, merkez meydanını günler boyunca bir gösterici kitlenin eline bırakmaz. polis/devlet şiddeti naraları atarken, bunu da düşünmek gerekir.)
 
  saçma bir kışla replikası yapımı adına, bir parkın yokedilmesine gösterilen haklı tepki, bu aşamada net bir zafere evrilmiş oldu. polisin çekilmesiyle gezi parkı ve meydan biraz kaotik de olsa bir şenlik alanına döndü. bu andan sonra (başbakanın yanılmıyorsam Fas'tan yaptığı) tipik çemkirmeli konuşması hariç, hükumetin söylemi yumuşamaya başladı. önce parkı yoketmek gibi bir gailenin olmadığı, parka müdahalenin, yeraltı yollarının tretuarları için (genelde söylenenin aksine anıtlardan izni alınmış) bir küçük parçasına yapıldığı açıklandı. bunun dışında da yetkililerin referandum, halka sormadan otobüs duraklarının bile yerinin değiştirilmeyeceği türünden açıklamalarını duyduk.
 sağ liberal hükmetme tarzının, örnek bir "ben yaptım oldu"culuğuna verilmiş bu haklı tepki, aslında bir sivil toplumcu sıçramaydı ve geniş katılımlı, doğrudan demokrasili gelecek seçeneklerine göz kırpıyor, insanın içini umut ve heyecanla dolduruyor, "gerçek bir ileri demokrasi" hayalleri kurduruyordu.
   ancak olaylar böyle gelişmedi, geliştirilmedi.
önce, gezi işgalcilerinin iradesi, örgütlenmesi engellenerek, olayın başından beri içinde bulunan tek kurumsal yapıya, çok bileşenli Taksim Dayanışmaya tahvil edildi.
  aynı esnada olaylar, Türkiye geneline yayılmış, neredeyse 2,5 milyon insanın ve her cins ve tipten örgütün katıldığı, bolca şiddet içeren, polis ve AKP (özellikle de başbakan) karşıtı gösterilere dönüşmüştü. ülke genelinde "arap baharı" benzeri bir isyan havası gittikçe yayılıyor, bu minvalde açıklamalar yapılıyor, tweetler atılıyordu. ilk 3 gün ortalarda hiç görünmeyen birileri çıkmış, meselenin 3-5 ağaç olmadığını, daha ileri bir amaç içerdiğini söyleyerek yangını körüklüyordu.

  (burada şahsi bir süreci anlatmaya girmeliyim. basılı bildiri dağıtmak da dahil, çeşitli mecralarda, gezi direnişinin bir konsey oluşturmasını, taleplerini park üzerinde yoğunlaştırıp, demokratik hakların geliştirilmesi üzerinde durarak, hükumetle pazarlığa oturmasını, polisin geziye saldırmayacağı sözü karşılığında meydan işgalinin sonlandırılmasını savunup, açıkça da önerdim.
  ama tabii ben hala anlamamıştım :) , mesele 3-5 ağaç değildi..)

  ülkenin genelinde süren olaylarda, insanlar ölür ve sakat kalırken, gezidekiler hiçbir şey yapmadan yan gelip yatıyor, komün ve direniş güzellemeleri yazıyorlardı. aniden devrimcileşmiş bir takım medyatik tipler, geziyi neşeyle şereflendirip yaz tatili öncesi toplumsal mecburiyetlerini yerine getirirken oluyordu bütün bunlar.. ve tam bu sırada Taksim Dayanışma bir talep listesiyle ortaya çıktı.
tabiri caizse "bir, analarının nikahını istemedikleri kalmıştı" devletten, 3. köprü yapılmayacak, havaalanı inşaatından vaz geçilecekti vs vs..
  karşılanması imkansız bu maksimalist taleplerle biryere varılamayacağını bilmediklerini düşünmek,
hayır, safdillik değil, düphedüz gerizekalılıktır.
  kısacası, süreç içinde Taksim Dayanışma, başbakanla yapılan görüşmeyi provoke etmeye çalışmak da dahil bir çözüme varılamaması için, elinden geleni ardına koymadı..
  bunlardan biri de, (Alper Görmüş'ün yazısı burada devreye giriyor) yayalaştırma projesinin durdurulma kararının, bilindiği halde, "gerekçeli kararı bekledik" gibi karga güldüren bir bahane arkasına saklanılarak, Taksim Dayanışma tarafından hasıraltı edilişiydi..
  sonuçta olaylar, çeşitli biçimlerde 31 mayıstan bu yana hala sürüyor/türlü odak ve akılfikir sahiplerince sürdürülüyor..
  sözün kısası Taksim Dayanışma, olaylar boyunca çözüme değil, yalnızca olayların daha büyüyüp, mümkünse hiç bitmemesine, hükumetin giderek sertleşeceğine ve karşı tepkinin daha da yayılacağına yönelik bir strateji izlemiş, tüm adımlarını bilerek veya bilmeyerek bu doğrultuda atmıştır.
  bu hareket tarzıyla Taksim Dayanışma, tüm ölümlerin ve yaralanmaların ve zarar ziyanın ve iyice gerilmiş toplumsal kutuplaşmanın ve tehlikeli noktalardan dönmüş barış sürecinin ve ülkenin sair kayıplarının asal suçlusudur. çok isteyen, Taksim Dayanışmanın yanına o ilk gün çadırları yakan dangalağı da koyabilir, vicdanımın hapisanesinde yalnız kalmamış olur böylece..
  tüm bu suçlarının yanında ve bence bunlardan da önemli bir suçu daha var Taksim Dayanışmanın; o da, ülkenin demokrasisinde neredeyse dünyaya örnek oluşturabilecek bir sıçrama hamlesini katletmesidir..

  şimdi gelelim Alper Görmüş'ün Esra Arsan tarafından "taraflılık"la suçlandığı tavrına;
Görmüş yazısında, benim yukarıda yazdıklarımı falan söylemiyor. o, gayet basit bir soruyu, üstelik de Esra Arsan'ın söylediğinin aksine Taksim Dayanışma'ya, Hükumete ve hatta "gerekçeli karar 1 ay sonra" diyen mahkemeye de soruyor, "tansiyonu düşüreceği kesin olan böyle bir açıklamayı niye gizlediniz?" ve tabii Taksim Dayanışma cevabını türlü mırın kırınla "efendim, gerekçeli karar.." şeklinde ifade edebiliyor ancak.
  Görmüş'ün sorusu neden bu kadar önemli oluyor? Görmüş, neden taraf tutmakla suçlanıyor?
basit. çünkü soru öyle bir soru ki ve öyle bir tavrın ifadesine gösterge oluyor ki, taraflar tutuşuyor.
çünkü, bir ikiyüzlülüğü faş ediyor. Çünkü, yukarıda yazdığım "Taksim Dayanışma suçları"nın delili oluyor da ondan ve tabii bir saldırı olarak algılanıyor..
  Esra Arsan da olayı aynen böyle algıladığı için Görmüş'ü taraflılıkla suçluyor, gazetecilik bağımsızlığı, meslek ahlakı, haber'i görüşlerinin hilafında olsa bile atlamamayı gerektirmesine rağmen üstelik de..
  ve sn Esra Arsan'ın twitter bio'sunda şöyle yazıyor; "Professor of journalism/Gazetecilik akademisyeni." nokta.
                     (son)


*çadırların yakılmasıyla ilgili bir deneme yazmıştım; http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013/06/o-kucuk-parcasi-gezi-park-olaylaryla.html
 


29 Haziran 2013 Cumartesi



 "PARKIN O KÜÇÜK PARÇASI"
  gezi parkı olaylarıyla ilgili bir kurgu deneme

  _ gel Efkan, sorun nedir?
  _ günaydın başbakanım, yayalaştırma projesinde Gezi parkından alınacak bölümle ilgili mesele..
  _ e onun izni alınmamış mıydı?
 _ alındı efendim, ancak sorun izin değil. eylemciler.
bir grup genç, aylardır gezi parkındaki ağaçların kesilmesini engellemek için nöbetini tutuyorlar, biliyorsunuz.
 _ evet biliyorum, ağaç seviciler :)
 _ :) evet başbakanım.
 _ peki ee?
 _ efendim sorun çıkacak. birkaç gün içinde ekskavatörler ağaçların sökümüne ve hafriyata başlayacaklar ve yüksek olasılıkla da eylemcilerle sorunlar yaşanacak.
 _ bir avuç barışçı eylemciden mi korkmaya başladın?
 _ efendim sorun o değil, olayın çok büyümesi ihtimali var. bunu engellemek için birşeyler yapabiliriz ama bunun da ileride başımıza daha farklı sorunlar açma ihtimali yüksek.
 _ nasıl? anlat.
 _ efendim, strateji şöyle bir hesap yaptı;
olayı en az gürültü çıkacak şekilde halletmemizin yolu bir şafak operasyonu.
eylemcileri uykularının en derin yerinde, 40 kadar memurla derdest edip götürebiliriz. yakında bir jammer bulundurarak iletişimlerini kısa bir süre engellememiz yeterli olur ancak bu insanlar suçlu değiller ve doğal olarak onları içeride tutabileceğimiz süre kısıtlı. bıraktığımız anda ortalığı birbirine katacaklar ve klasik diktatörlük iddiaları arş-ı alaya çıkacak. neye dayanarak bu operasyonu yaptığımız sorgulanacak ve bizim buna verecek bir cevabımız da haliyle yok.
 _ anlıyorum, peki önerin nedir?
 _ efendim, şöyle bir fikrim var ama ne dersiniz bilmiyorum? kimseye açmadım ve üzerinde detaylandırma çalışması da henüz yaptırtmadım. anlatayım;
_ dinliyorum.
_ efendim, ülkenin etrafındaki çember malumunuz. kurulan tuzaklar, engellediğimiz patlamalar, Rusların, son "Taraf" gazetesi operasyonu, PKK içindeki uyuşturucudan beslenen çete ve "süreç" yüzünden bizden çok Öcalan'a diş bileyenler. bunlar ve benzerleri, sizin de bilginiz dahilinde.
Ve muhakkak ki bilmediklerimiz de var.
 _ vardır elbet.
 _ bir diğer sorunumuz da malum. karşımızda yükselen, karşılığını ve ifadesini bulamadığı için sıkıştıkça ısınan gaz gibi kızan muhalif tepki.
 _ evet, sadede gel.
 _ geliyorum efendim. birkaç gün sonra 3 günlük bir yurtdışı geziniz var, malumunuz.
 _ evet, Fas kralıyla görüşme olmayacak bu arada, dün bilgisi geldi.
 _ öyle mi efendim? isabet olmuş, krallarla yıldızınız pek barışmaz zaten..
 _ :) haklısın, konumuza dönelim.
_ planım şu efendim, madem yakılmak üzere bir ateş hazırlanıyor, onu hazırlayanlardan önce biz yakalım diyorum.
 _ evet, senin şu "krizi, üzerine binerek yönetme" dediğin şey.. peki nasıl olacak?
 _ yine bir şafak operasyonuyla. ama operasyonu olabildiğince tepki toplayacağı şekilde yayacağız.
 eylemcilere en yakın destek Cihangir bölgesinden gelecektir. orada bizi ilgilendiren iki grup profili var. birisi, akılları ermeye başladığından beri başbakan/devlet/baskı aracı dendiğinde sizden başkasını görmediği için mecburi muhalif gençler ki bunların çoğu gezideki eylemcilerin arkadaşları, diğer grup ise ünlüler. onların da tavrı malum. çoğu devlet ve şehir tiyatrosu kökenli çok ünlü tiyatro oyuncuları vs.. olaya bir ucundan muhakkak dahil olacaklardır.
 _ iyi de, bunun sonu nereye varır? ülke çapında bir yangın mı çıkaracaksın?
 _ evet efendim. böylece karşımızdakilerin maskesini düşürecek, döşenmiş mayınları onların isteğine hilafen patlatacak, tuzakları açığa çıkaracağız. takkeler düşecek ve keller görünecek. birikmiş ve hatta patlama noktasına gelmiş muhalif enerjiyi de boşaltmış olacağız.
 _ çok tehlikeli, ölümler olur. ülkedeki ateşi daha yeni zar zor söndürdük.
 _ olasılıkla olur, evet ama bunu yapmazsak çok daha fazlası olacak, reyhanlıyı unutmayın.. ve bu sefer hazırlıklı olacağız, engelleyebiliriz.
 _ orduyu işin içine sokmadan yapılabilir mi?
 _ Kürtler karışmazsa evet ve onların haleti ruhiyeleri de malumunuz. bu çirkin savaştan kurtulmaktan, bizden çok onlar memnun. karışmayacaklardır. belki sadece tarlabaşı civarındaki polisle çatışmayı spor haline getirenler gelir ama onların da etkisi bu büyüklükte bir olayda hafif kalacaktır, yeter ki silah kullanmak zorunda kalmayalım ve kalacağımızı da sanmıyorum.
 _ anlıyorum ama buna partiden destek alamayız, özellikle de Bülent bey bunu bizim başlattığımızı anlarsa gemileri bile yakar..
 _ söylemeyeceğiz efendim. bu "tutuşturma operasyonunu" ben yöneteceğim ve siz de o günlerde yurtdışında olacağınızdan başınızı da ağrıtamayacaklar.
 _ ya başaramazsan, ya olaylar çığrından çıkarsa?
 _ efendim, Suriye meselesi malum, savaş kapımızı da geçti. beklemedik bir alanda saldırı dalgasına yakalanmaktansa karşımızdakileri beklemedikleri anda vurmamız avantajımıza, aksi taktirde verdikleri zarar bu operasyonun risklerinden büyük olacaktır. ayrıca baş edebileceğimizi düşünüyorum.
 _peki. yapın ama iyi planlayın, hata istemem. olursa önce senin kellen gider.
 _ olmayacak efendim emin olabilirsiniz..

                                                                   son