5 Temmuz 2014 Cumartesi

KUTUPLAŞMA SOPASI..




     Bu sözcük siyasi retorikte, özellikle üzerinden bir yıldan fazla geçen "Gezi Olayları"ndan beri, giderek daha fazla kullanılır hale geldi ve o da tıpkı iki kutup arasındaki gerilimin ifadesi voltaj gibi duruma göre dalgalanmakta..
     Temel olarak "Devlet", ontolojisi gereği, toplumdaki gerilimin artmasını isteyen bir pozisyonda (bazı istisnalar hariç) bulunamaz.
     Oysa "kutuplaşma" Türkiye'de daha çok muhalefet tarafından dile getirilen, (bilhassa Tayyip Erdoğan'ın üslubu üzerinden sebeplendirilerek) hükumet (AKP) ve taraftarlarının sorumlu tutulduğu bir olgu.
     Burada sanırım, durumu açıklayan en iyi cümle "hem ağlayıp hem de vurmak". Nasılına bakalım..                                                                              
                                                                             *

     Sözü edilen Gezi Olaylarından beri hemen her fırsat, muhalefet tarafından Başbakana yapılan bir "istifa" çağrısı olarak değerlendiriliyor.
     Gezi Olaylarının yaygınlığı ve şiddetinde, görece normal karşılanabilecek, hatta çağdaş benzerleriyle karşılaştırıldığında oldukça az sayıdaki ve hemen tümü kaza sonucu oluşmuş ölüm ve yaralanmalar, nasıl ki tahammüden işlenen birer polis cinayetine, "devlet teror"üne bağlanıp "istifa"çığlıkları yükseltiliyorsa, Soma Madeni kazası kayıpları, Irak/Musul'daki beklenmeyen IŞİD hareketliliğinde tutsak alınan Konsolosluk görevlileri ve şimdi artık serbest olan şoförler olayları da, tüm sebep ve sonuçlarından bağımsız, muhalefet için birer Başbakanı istifaya çağırma sebebi..         
     "Başbakan'ın İstifası" muradıyla hareket eden muhalefet, birbirinden tamamen bağımsız olayların hepsinde, bazen olayları körüklediği ve hatta bizzat yarattığı halde, çabucak bir kısa yol buluyor ve o yol da istisnasız "Erdoğan İstifa" durağında sonlanıyor.
      
                                                                            *
     
      Bu, "gerilimi sürekli tırmandırma" taktiğinin nedenini çözmek de zor değil.
      Yapılan tüm saldırılara, kurulan tuzaklara, çeşitli aksilik ve bazı hatalara rağmen Erdoğan liderliğindeki AKP, girdiği her seçimden zaferle çıkıyor, tabanını her geçen gün daha fazla büyütüp konsolide ediyor ve muhalefetten hiçbir unsurun, bu durumu gelecekte tersine çevirebilecek bir planı, programı veya alternatifi bulunmuyor.
      O zaman da geriye sadece, oluşabilecek büyücek bir krizin hükumeti düşürmesi (değilse olabildiğince yıpratması) seçeneği kalıyor ve bir türlü çıkmayan bu kriz ya çıkarılmaya ya da var olanların ona döndürülmesine çalışılır hale geliniyor..
     Sözün özü "Kutuplaşma", ondan en çok şikayet edip gündeme getirse de, elinde başkası kalmadığından mecburen kendi tornasında yontup AKP'ye sallayabildiği, muhalefetin elindeki tek "sopa"..
                                      
                                                                           *
     
       Yukarıda sözü edilen bu "kutuplaşma" olgusu (ki aslında kutuplaştırma stratejisi demek gerekir)
karşısında ise ne yazık ki hükumetin tavrının pek sağlıklı olduğu söylenemez.
       Doğrudürüst bir saunma geliştirmek konusunda çoğunlukla geç kalıyor ve kendisini muhalefet tarafından mütemadiyen kurulan bu özü aynı ambalajı farklı tuzakların içinde çırpınırken buluyor..
       Arada bunun istisnaları oluyorsa da bu genellikle ancak, sıradaki saldırı kökeninin harici kaynakları olduğunu çabuk belli ettiğinde olabiliyor.. (Ör; Reyhanlı saldırısı)

                                                                           *

       Yukarıda bahsedilen bu saldırı-savunma sürecini hükumet kanadı, genellikle "en iyi savunma saldırıdır' taktiğiyle karşıladıkça, (ki bu hükumetin genelinden çok Erdoğan'a ait ve bir tür, "emeklerinin değerinin bilinmemesine duyduğu kızgınlık" olarak kısaca açıklanabilecek ve onunla duygudaş kitlesine maledilmesi gereken bir tavır) muhalefetin elinden bir an önce alıp bir fidan desteği olarak kullanması gereken bu "Kutuplaştırma Sopası"nı hiçbir zaman kontrol edemeyecek.
  
                                                                           *

      Bu yazı, bu gün özellikle sosyal medya merkezli gerçekleşen ve Sakarya Belediyesi'nin Erkan Oğur konserini iptali konusuna bir girizgah olarak yazıldı. Sözkonusu olay, bir sonraki yazıda detaylarıyla incelenmeye çalışılacak..

      Fırat Erez

17 Haziran 2014 Salı

"Miğferleri çıkarmayın"


         CHP ve MHP’nin cumhurbaşkanlık seçimlerinin “çatı adayı” olarak açıkladıkları Ekmelettin İhsanoğlu’nun, hemen tüm kesimlerde ciddi bir şaşkınlık yarattığı kesin.
         Bir önceki belediye seçimlerinde, sırf anti-AKP nosyonlarıyla
CHP’yi “kerhen” destekleyenler bir yana, keskin CHP’liler, özellikle de Kemalistler, itiraz ve isyanlarını açıkca dile getiriyorlar ve yeni, başka bir aday gösterilmesinin lobileri yapılıyor.
          Peki CHP ve MHP, örneğin Meral Akşener gibi üzerinde çok daha büyük konsensus sağlanabilecek bir isim yerine, neden tercihlerini E.İhsanoğlu üzerinde kullandılar? 17 Aralık’tan beri
AK Parti karşısında oluşan ve kağıt oyunlarından mülhem, ancak oldukça yakışan deyimle; “5 benzemez” ler arasında Cemaat, Doğan Medya’sı ve benzerleri ile “Erdoğan yenilsin de nasıl yenilirse yenilsin”ci İdefix mustaripleri hariç, neredeyse tüm kesimlerden itiraz bulan bu seçimin gerekçesi nedir?
           Belki İhsanoğlu, AKP içinde ve Erdoğan’a rakip çıkarılsa idi
dini ve bilimsel kişiliği, Erdoğan’ın Kasımpaşalı “avam(!)”lığı karşısındaki İngilizvari “elegant(!)”lığı, siyaset dışı ve (belki de biraz fazla) temiz kalmışlığıyla bir alternatif oluşturabilirdi ama bir CHP adayı olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şansı nedir? Olasılıkla bir büyük “hiç”!
             Peki Alevileri, katı Kemalistleri, Solsosyalist ve “gezicileri”
ve dahi kimbilir kimleri, bu davada kaybetmeyi ve de karşısında hiçbir şey kazanmamayı göze alan bu hamlenin arkasında yatan akıl ne olabilir?
             İşin içine Cemaat girdiğinde, doğal olarak bu soruların cevapları aranırken entrikanın karanlık dehlizlerinde uzanılıyor..
             Akla ilk gelen, seküler kimliğiyle öne çıkan bir ortak aday belirlemesi beklenen bu iki partinin, müteddeyin kişiliği ile ortaya çıkan birini, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday gösterirken gözlerini, AKP’nin tabanından alacakları (çalacakları?) oylara diktiği.
             Fakat statuko, halihazırda böyle bir gerekçe, insanların kitlesel olarak Erdoğan’dan yüz çevirerek yeni bir alternatife yönelecekleri bir “olgu”yu barındırıyor gibi görünmüyor.
           
            Öyleyse bu “olgu”, sonradan mı yaratılacak?
           
            Örneğin Cemaat, yepyeni ve bu sefer çok daha etkili bir “17 Aralık” benzeri  veya tamamen başka bir darbeye hazırlık mı yapıyor? Sözü edilen bu olası darbe sonrası, AKP tabanının genelini oluşturan mütedeyyin oylarının, kitlesel olarak CHP-MHP adayına gitmesi midir planlanan?
           
          Bu soruların cevaplarını henüz bilemesek de, CHP-MHP’nin yeni müttefiki Cemaat ve en azından onun uluslararası bağlantıları, strateji, taktik ve tercihleri üzerinden, kendileriyle uzaktan da olsa (hadi bağlantılandırılabilecek demeyelim de) yakıştırılabilecek, bir başka olay dikkat çekiyor.
  
            Sınır komşumuz Suriye’de ortaya çıkan, uyguladığı gaddarlığa varan aşırı şiddet ve kararlılıkla dikkat çeken, bölgede hemen hemen hiçkimsenin “aslında batılı güçler için çalıştıkları” haricinde hakkında net bir şey söyleyemediği IŞİD denen karanlık örgüt militanları, beklenmedik bir şekilde Irak’ta da ortaya çıktılar ve yine söylenenlere göre Maliki rejiminin baskılarından bıkmış bazı Sunii aşiretlerin desteğini de alarak,  Türkiye Musul konsolosluğunu koruma görevindeki Maliki’ye bağlı güvenlik güçlerinin ortalıktan ani kayboluşu da sayesinde, 49 konsolosluk personeli ve aileleri, IŞİD militanlarının eline geçti.
           Başta Davutoğlu Türk Hükümet yetkilileri, konsolosluk personeli ve ailelerinin rehin alınmadıklarını, karşı tarafın salıverme konusunda herhangi bir talepte bulunmaması üzerinden açıklamaya çalışa dursunlar, IŞİD elinde bölgede işlerini yaparken militanlarca rehin alınmış 31 de Türk şoför bulunuyor..

           Yukarıda bahsedilen ve ilk bakışta birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen bu iki olay arasında (IŞİD eylemi ve CHP/MHP çatı aday açıklaması) ikinciden birinciye, birkaç günlük bir ardışıklık olduğunu da belirtip, yazıya burada son verelim ve sütre arkasında kafalarımızı alçakta tutarak beklemeye geçelim.
(Miğferleri çıkarmayın.)

Fırat Erez

24 Nisan 2014 Perşembe

  "Dünya'ya düşen adamlar.."


  Onlar, Dünya'mıza bir başka uzak gezegenden düştüler..

  Geldikleri gezegende,
artık hatırlayamadıkları kadar uzak bir tarihte bir devrim gerçekleşmiş,
bütün sosyal sorunlar çözülmüş, eşitsizlik ve buna bağlı olarak yoksulluk tamamen ortadan kalkmış,
sınırsız ama sorumlu bir özgürlük anlayışının fevkaladesinde bir anlayış,
yaşayan her bireyde, karakter olarak içselleşmiş idi.
 
  Gelişim sadece sosyal alanda değil, bilimsel konularda da yüksekti.

  Biz bu zavallı ilkel Dünya'nın çilekeşlerinin,
henüz ulaşamadığı çok özel teknolojiler sayesinde,
örneğin enerji de,
tamamen temiz yöntemlerle, gezegenin güneşinden gelen ışıklar ve yüzeyinde ılık ılık esmekte olan rüzgarlardan elde edilmekteydi..
Dolayısıyla onların gezegeninde,
enerji elde etmek için,
HES gibi doğayı tahrip eden/değiştiren uygulamaların izine rastlanmaz,
nukleer enerjinin sözünü etmek ise direkt ayıp olarak karşılanır idi..

  Ama işte bir şey oldu ve o insanlar Dünyamıza düştüler..

Şimdi, kafalarında o uzak gezenden hülyalı hatıralarla aramızda dolaşıyor ve hüzünlü şarkılar söylüyorlar..
Yaptığımız hiçbir şey onların için yeterli değil.
Birbirimizi giderek daha az öldürsek de "ama yine de katilsiniz işte" deyip, dudak büküyorlar.
Sosyal eşitsizliği azaltmak için arayıp bulduğumuz çareler, onlar için beyhude palyatif çözümler.
Sağlık sisteminin, insanların hastanelerde ölülerinin bile rehin alındığı dönemlerden bu günlere gelmesinin, onlar için hiçbir önemi yok.
İşkence kavramını ülkeden siliyorsunuz, itiş kakışlardan küçük travmalar, "ya bu ne?" denip burnunuza sokuluyor..
100 yıllık kan davalarının sonunu getirmek için yapılan görüşmelerin de bir değeri yok onlar için.
Hiçbir tünelimizin ucunda, hiçbir ışık göremiyor,
bizim gördüklerimize de halusülasyon diyorlar..

  Hülasa bizi hiç beğenmiyorlar.

   Soruyoruz onlara; "peki ne yapalım?"
  "Devrim" diyorlar, "aynı bizim de gezegenimizde yaptığımız gibi bir devrim yapmalı, bütün sorunları kökünden çözmelisiniz"
  "Peki!" diyoruz, "Fakat nasıl? Siz o devrimi nasıl yaptınız?"
  "Bilmiyoruz" diyorlar, "artık hatırlamıyoruz, çok gerilerde kaldı.."

  Sonra, başlarını bizden ne kadar da umutsuz oldukları imasıyla eğip, dillerinde o uzak gezegenden Dünya'ya düşmenin hüznünü anlatan şarkılarla, çekip gidiyorlar..

  Onlar, Dünya'ya düşen adamlar..





 

29 Mart 2014 Cumartesi

    SAVAŞ YÜKÜ..


Savaşlar bittiklerinde,
arkalarında yalnızca,
yanmış yakılmış kentler, sakat kalmış insanlar ve kayıplarının yasını tutan kalabalıklar ile,
intikam ateşini tatmin veya söndürme arasında gidip gelen galipler
veya
hayatlarını, herşeye rağmen acılar içinde sürdürmeye çalışan, maluplardan müteşekkil insan grupları bırakmaz.
   
O savaş için üretilmiş ama kullanılmamış çeşitli silah ve araç gereçten başka,
"varoluş mücadelesinde mecburiyetten başvuruldu" gerekçesiyle örgütlenmiş çeşitli kirli organizasyonlar da
biten savaştan geriye kalan "savaş yükü"nün bir parçasıdır.

Geçtiğimiz yüzyılla beraber biten "Soğuk Savaş" ve ardından bu günlere kadar yaşanılan, kimi yerel kimi ise global sorunların bir çoğu, yukarıda anlatılan olguyla yakından ilintilidir.

ABD gizli servisleri önderliğinde, Sovyet işgali ve bağlantılı tehlikelere karşı örgütlenmiş,
hemen her zaman, bir ucu ülke istihbarat örgütlerinin içinde iken,
farklı dallarla,
mafya, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına,
teror örgütleri, çeşitli tür ve cinste lobilere,
siyasi partiler, sendika ve stk'lara,
medya, eğitim, bürokrasi alanlarında kişi ve kurumlara,
Ve daha bilinmez, kimbilir nerelere kadar uzanan kirli/geniş bir ağ,
"blok" yıkıldıktan sonra da dimdik ayaktaydı..

Sözkonusu bu ağın, sadece bir komünist işgalini önleme ideali ortak paydasında buluşmadığı,
açıklanmamış suç ortaklıkları,
örtbas edilmiş (ama unutulmamış) cinayetler, suikastler, işkenceler, kitlesel kıyımlar ve itibarsızlaştırmalardan öte,
hemen her zaman, büyük maddi ve siyasi ikbal beklentileri ile de örüldüğünü görmemek imkansız.

İşte,
belki global eşmerkezliliği artık görece kaybolmuş olsa da, yöntem ve amaçlardaki ortaklığı ile benzer refleksleri gösteren,
ve gösterirken de birbirleriyle esnek, organik ilişkiler içindeki bu "ağ kalıntıları", tüm insanlığın önündeki yeni ve acilen tasviyesi/halli  gereken, "büyük sorun"un ta kendisidir.

Tam burada bir parantez açmakta fayda var;
"ağ kalıntısı" deyimi bir miktar, "düşman"ı küçümseme hatasına düşme riski taşıyor.
Deyimin tam oturacağı yer, elKaide ya da İtalyan Gladiosu ve tasviyesi süreciymiş gibi iken, aslında, bu örnekten çok daha derinde ve yüksekteki yerlerde karşılığını buluyor.
Bu minvalde verilebilecek en güçlü iki örnek, yıkılmış Sovyet imparatorluğundan kalan güç mirası üzerinde yükselen Rus devlet erkinin oligarşik tarzı ve ABD Neocon varlığı/yöntemleridir.


Şimdi, yukarıda değinilen "büyük sorun"un, Ortadoğu'daki yansımasıyla ilerleyelim;

Karşımızdaki,
1.Büyük Savaşta dağılmış Osmanlı imparatorluğundan sonra, bir "acılar havzası"na dönüşmüş topraklar..
Batı'nın, çöküş sonrası (oldukça kalın!) bir incelikle kurguladığı,
asla bir araya gelemesinler de hem karşılarında bir güç oluşturamasın ve hem de petrolleri rahat sömürülebilsin diye ortalarından ortak çadırlarının ana direği "hilafetin" çekip aldığı,
ve neredeyse tek ortak amaçları,
göğüslerine saplanmış bir bıçak olarak gördükleri İsrail'i yok etmek olan,
kimi Baas, kimi Molla, kimi Cunta, kimi feodal soyların yönetimindeki,
devletleri, birbirleri, kendileri ve neredeyse herkesle kavgalı insan toplulukları..

Hepsinin arasında da, bu tablo karşısında, paranoyak sağcıların iktidarına mahkum bırakılmış,
8 milyonluk nüfusuyla küçük ama fazlasıyla vuruş gücüne sahip, bir huzursuz ülke, İsrail..

Tüm bunların arasında sadece tek bir ülke sıyrılıyor, Türkiye..
80 yıllık seküler geçmişini sindirmiş,
bir süre tahakkümünde yaşadığı açık faşizmi
ve sonra da,
her 10 yılda bir kendisini hizaya sokmak için yaptığı askeri darbelerle mirasını korumaya çalışan
eksikli demokrasisinin eli kanlı eski sahibi "askeri vesayeti" geriletmiş,
çetelerden, mafyadan, çarpık kentleşmeden, yerinde sayan ekonomiden, hortumlanan bankalardan,
kolluk şiddetinden, işkenceden temizlenmiş
ve en sonunda da,
30 yıldır kanını emen korkunç bir iç savaşı,
"gerekirse baldıran zehiri içerim" diyerek ölümü göze alan bir müslüman parti liderinin önderliğinde,
bitiren bir Türkiye..
Öyle ki söz konusu bu lider,
yani tüm siyasi macerası boyunca, gizli ajandasında "şeriat devleti" bulundurmakla suçlanan bu adam,
Recep Tayyip Erdoğan,
İhvan-ı Müslimin'in 1 yılı biraz aşabilen ve "Batı"nın ikiyüzlülükle alkışladığı bir darbeyle yıkılan
Mısır'ın seçilmiş tek iktidarına yaptığı ziyarette,
Mısır anayasasında hiçbir zaman yer almamış "Laik yönetim" önerisiyle,
Mısır'lıları bile şaşırtarak,
Ortadoğu'da yepyeni aktif bir siyasi aktörün bayrağını açıyor.

İşte burası, yukarıda anlatılmaya çalışılan "Savaş Yükü", geçmiş yüzyılın kalıntısı o "kirli ağ"ın,
tam da burada artık iyice, rahatsız olmaya başladığı andır..

Çünkü böyle giderse Türkiye,
hem giderek bağımsızlaşan gücü ve hem de barışçı politikası ile
"ağ"ın isteği ve çıkarları doğrultusunda kaos içinde tutmaya gayret ettiği Ortadoğu'ya, bir düzen getirebilme potansiyeli taşıyor.
Bütün İslam dünyasının düşmanlığı altında paranoyaklaşmış İsrail'e,
bölgede hayat şansı tanımak yanında,
onu İslamın şiddetinden, sırf retoriği ile bile koruyabilecek güçteki bu ülke,
İsrail'i 67 sınırlarına çekilmeye ikna edebilecek
ya da
Halkların, ortaklaşacağı adilane bir başka çözümü gerçekleştirebilecek güçte.
.
Konuyla uzak yakın ilgilenmiş çoğu insan için bir hayal olan
müreffeh bir Filistin,
barış içinde korkmadan yaşayan bir İsrail,
Dünya sistemine entegre bir İran,
hasılı bir "Ortadoğu Barışı" ufukta belirirken..
İşte tam da bu yüzden,
Türkiye'ye ve onun seçilmiş iktidarına, tarihte eşi benzeri görülmemiş
(şiddette değil türde) bir saldırı başlatılıyor.
Ve işte Erdoğan, bu yüzden, "bu ikinci bir Kurtuluş Savaşıdır" diyor.
Ve dışişleri bakanı Davutoğlu, konuşmalarında, Ortadoğu halklarına göndermelerini,
işte bu yüzden yapıyor.

Şimdi gidip istediğiniz partiye oy verebilirsiniz.

Benimki Adalet ve Kalkınma Partisine olacak..

Fırat Erez












24 Aralık 2013 Salı

OperasyonPlastik

   

  
  17 Aralık sabahı, İçinde 3 bakanın oğlunun isminin de geçtiği, seri tutuklamaların ve kanıtların ortalığa saçıldığı bir yolsuzluk operasyonuna uyandık.. İşin içinde bir devlet bankası olan Halkbank, sit alanı peşkeşi, Toki ihalesinde yolsuzluk, rüşvet, kayırma, tehdit ve benzeri ne tür suç varsa, neredeyse hepsi vardı.

   Özellikle Türkiye'de alışıla gelinenin dışında, operasyon oldukça gizli yürütülmüş, İçinde içişleri bakanının da olduğu 'üst'ler konuyla ilgili hiç bilgilendirilmeksizin neredeyse 2 yıl süren soruşturma, bir sabah erken saatlerde operasyona tetiklenmiş ve kuşku uyandırmak konusunda eksiksiz gibi görünen kanıtlar özellikle de sosyal medyada (önceden lansmanı da yapılarak !) yayımlanmıştı...

  Fakat resim anlaşılır biçimde görülmeye başladığında farkedildi ki, ortada bir değil tam üç soruşturma ve bunların sonucu olan yine 3 ayrı operasyon vardı..
 
  Operasyonlar, savcılar ve bağlantılı emniyet birimlerinin kurduğu takımlarca büyük bir gizlilik içinde yürütülmüş, konuyla ilgili neredeyse hiçbir bilgi dışarıya sızdırılmamıştı.
  Bu önlemi almak oldukça akla yakındı, çünkü "yolsuzluk", "en yukarıdakilere" kadar uzanıyor gibi görünüyordu ve engellenme ya da karartılma olasılığı yüksekti.
  Bu bakımdan, soruşturmayı sürdüren ekiplerin, konuyla ilgili ketumluğu takdire şayan olarak tasdiklenmeli..

  Ancak süreç içinde resim netleştikçe görüldü ki, ortada bir sorun var;
 
  Söz konusu edilen bu üç soruşturmanın birbiriyle ortak hiçbir noktası yoktu ve
  ancak (o da çok zorlanarak), sorumluluk silsilesiyle Başbakana kadar çıktıklarında ortaklaşabiliyordular.

  Yani soruşturmaları yürüten ekipler, son ana kadar ser verip sır vermemişler, birbirlerinden ve yapıp ettiklerinden hiç haberleri olmamış ama her birinin operasyonu aynı anda olgunlaşınca, hepsi birden aynı günün sabahında harekete geçmeye karar vermişdiler..

  Böyle bir şeyin tesadüf olma olasılığını geçerek;
  En azından soruşturmalara bir yerinden ve bir zamanda dahil olmuş, operasyonları eşzamanlı yürütmeyi soruşturmanın bekaası için gerekli görecek şekilde analiz edebilen ve tahminen operasyonu da tetikleyen, bir "üst akıl" olması gerektiği sonucuna varmalıyız.
 
  Ancak ortada böyle bir eşgüdüm mercii bulunmuyor.
 
  Hiç kimse ortaya çıkıp bütün bu operasyonlar, tarafımızdan ve şu sebeplerle yapılmıştır, sorumluluğu bizdedir ve gerekçelerimiz de şunlardır demedi, diyeceği de yok..

  Operasyonun "plastik" noktası burası.
  Bir kahramanı olması gerekirdi ama yok.
 
  Ya da var,
  Hala kime ait olduğu belli olmayan ve şimdiden benzerleri havalarda uçmaya başlamış bir
  para sayma makinesi..
 

 

14 Ekim 2013 Pazartesi

mağduriyetlerden mağduriyet beğenmek..

  İnsanın kendisiyle ilgili yazması zor, en azından benim için zor ama bu gün (14 ekim pazar), Yenişafak gazetesinde, 4 ekim günü açılan "Havana Elektrikçisi" sergim için çıkan haber ve onun yapılış biçimiyle ilgili aşağıdakileri yazmak zorunluluğu doğdu..
  ( Haberin linki şu; http://yenisafak.mobi/gundem-haber/riyak%C3%A2rliga-dayanamadim-13.10.2013-573631 )

  Haberde söylemediğim hiçbir şey yazılmış değil, hepsi benim sözlerim. Ancak, görülebileceği gibi, kültür sanat sayfasında yayımlanan bu haber, serginin içeriği ve biçemine tek kelime etmeden meseleyi bir "mağduriyet edebiyatı"na bağlayıp araçsallaştırmış.
  Sergi ile ilgili hazırlanmış bir bültenim var ve tabii ki Yenişafak muhabirine de bu yazı ulaştırıldı.
  Konuyla ilgili basında başka haberler de yapıldı ve bu bültendeki bilgiler Yenişafak'ın haberi hariç diğerlerinde kullanıldı. Örnekleri aşağıda;

http://www.istanbulajansi.com/haber/6462/quotHavana-Elektrikcisiquot-Beyoglunda.html

http://www.ulkedehaber.com/haber/havana-elektrikcisi-beyoglunda-17247.html#.UlPzrpIIpvs.facebook

  Gezi olaylarının, toplumun geniş bir kesiminde oluşturduğu ve ancak Başbakanın arada bir (sertliğinden şikayetle) bahsedilen söylemleri hariç, hiç açığa çıkmayan bir tepki sözkonusu.
Bastırılmış ve benim ve Yenişafak muhabirinin de olasılıkla taşıyıcısı olduğu bu tepki, söyleşide, yansıttığım ve tabii onun da anladığı biçimiyle birleşip, haberin gövdesini oluşturmuş.
  Anlaşılır bir hata olmakla birlikte, serginin içeriği ile ilgili tek kelime yazılmadığı için,
haber, bir "sergi"yi değil, öznesini oluşturduğum ("mağduriyet"in altını çizmeye gayet müsait bir fotografla birlikte) camiadaki bir dışlanma öyküsüne dönüşmüş.
  Gayet iyi bildiğimiz "Gezi riyakarlığı"nın, haberin bu şekilde verilmesinden bir "mağduriyetten nemalanma" algısı yaratacağına, benim bu vesile ile "karşı tarafa yaranmak istediğim" söylemlerine yol açacağına şüphe yok. Üstelik bu, şahsen tanımadıklarım dışında, beni tanıyan, sol geçmişimi, ateistliğimi, evrimci Anarşizme olan yakınlığımı gayet iyi bilenler ve politik doğruluk adına neleri yitirmiş olduğuma da şahit olanlar tarafından bile yapılacak.
  Yani şahsıma düşen, bu sefer de, mağduriyetlerden mağduriyet beğenmek oldu. :)
  Tabii ki böyle olması benim adına üzücü.
  Ve eminim ki, haberi hazırlayan muhabir arkadaş da böyle olsun istemezdi.
  Ama oldu ve artık yapılacak birşey yok. Varlığımız illa bir takım varlıklara armağan olmalı demek ki..
  Andımız kaldırılmış olsa da olmasa da.. :)
 
Son bir not; haberde "sergime kimse gelmedi" şeklinde bir cümle geçiyor. Bağlamından koparılınca ortaya çıkan anlam, gerçekten de kimsenin gelmemiş olduğu ve tabii ki böyle birşey yok..Görüşleri bana yakın olan ve olmasa da "mahalle baskısının yok sayma eylemi"ne katılmayan birçok arkadaşım ve hiç tanımadığım daha bir sürü insan hem açılışta ve hem de sonrasında sergiyi ziyaret etti.
Onların yok sayılması, haberde en üzüldüğüm yer oldu, bilinsin istedim.
Gelen herkese de, bu vesile ile çok teşekkürler.
 
 

22 Eylül 2013 Pazar

Gezi'de Kimler vardı..

   


   GEZİ'de kimler vardı?
  
   İlk önce ve en başta, kafalarında, yüzüklerin efendisinden mülhem yürüyen ağaçlarıyla karışık, Ursula LeGuin ütopyalarına uzaklıktan şikayetçi düşünceleri ve hülyalarıyla, çevreciler/yeşiller vardı..
 
   Sonra, Tarlabaşının polisle çatışmayı oyun edinmiş Kürt çocukları vardı.
Sırrı Süreya Önder yetişene kadar beceriksizce sündürülmüş, görmeyen duymayan kalmasın diye çadırların ateşe verildiği operasyona bir biçimde yetişen, diğer Kürtlerle birlikte..

   Entelektüel birikimleri içkilerine meze, mahallemin insanları, Cihangirliler vardı..
   Aralarında dizi sektörünün tanınmış bol "bölüm başı" ücretli oyuncuları ve yine aynı sektörden yazarlar, produktorler, organizatörler, şirket sahipleri, modeller, mankenler, makyözler, kuaförler, ajanscı, barcı ve restorancılar vardı,
  Tasarımcı, küratör ve designer'lar da..

   Ulusal solcular vardı.
Yani nasyonal sosyalistler, yani adı sol kendi sağ, bildiğimiz Faşistler, kalpaklı bayraklarını alıp gelmişdiler..

   Devrimciler vardı, sırf devrime benzeyen bir şeyin kokusunu aldıkları için, hiçbir sınıfsal aidiyetleri, çoktan beridir olmadığı için, çokca hikaye, şarkı, türkü ve konserve nefretler biriktirmiş devrimciler..

  "Eski Tüfekler" vardı.
Sonradan zengin olmuşlarında, bu sayede biraz olsun hafifleteceklerini sandıkları bir iç sızısı ve temize çıkma isteği,
parayı hiç bulamamış olanlarında o eski, kaldığı yerde küflenmiş devrimci nefret ve hayalkırıklığı ile yılların bilediği öfke vardı..

   Alaylardan, sataşmalardan ve türlü sekter tavırla birlikte, küçük bir komüne saplanıp kalmış olmaklıklarından bıkmış, örgütsel hayatları boyunca, her nasılsa yaptıkları en doğru iş olan "Yetmez Ama Evet!" demişlikleri burunlarından getirilmiş, Troçkistler vardı, "bakın biz de burdayız, sizinle birlikte direniyoruz, biz de devrimciyiz, bizi yine sevin.." demek için oradalardı..

   Devlet ve şehir tiyatrosunun, balesinin, operasının memur/sanatçıları vardı..
Arpalık kurumlarını altlarından çekip alma olasılığı ortaya çıkmadan çok önce bile
Tayyip Erdoğan/AKP nefretinden dönmüş gözleriyle, " bu defa bitti, artık yeter, bu sefer Tayyip gidecek ! " diyorlardı..

   Ünlü/ünsüz, yüksek, orta ve düşük gelirli her türden reklamcı vardı..
Türkiye'de sektörün patlamasının, 12 eylül gazisi devrimciler tarafından yükseltildiği yıllara denk gelmesinden kaynaklı, bir yarı entelektüelliğin içine mütemmim cüz olarak katılmış, kerameti kendinden menkul "ne kuş ne deve" "Solculuk"larıyla reklamcılar, tam takım oradaydılar..
   Sırf, "necisin sen?"diye sorulduğunda, "kemküm" eden ve "Gezi" ile birlikte, her nasılsa aniden solculuklarını hatırlamış olanları da değil üstelik, "bireyciliğin" Dünyaca ünlü dil ustası, Antikomünizmin sancak yazarı Ayn Raynd'ın yayımcılarından biri de oradaydı.. (Neyse ki çabucak çark ettiği virajı Can Paker sayesinde aldı da, yine sıyırdı.)
                                    
    Ülkücüler de oradaydı..
12 Eylülden sonraki tek varlık sebepleri olan 30 yıllık iç savaşı bitirdiği için, hükumete gizli gizli diş bilediklerinden, kurt sürüleri gibi saldırmak ve şiddet, ideogenetik kodlarında kazılı olduğundan,
ve fakat tam da o savaşın karşı tarafı, Kürtler'i de sorun etmeyerek, oradaydılar..

   Bilebildikleri hayatları boyunca, tepelerinde dikilmiş ve kafalarında (disiplin=devlet=AKP=polis) formülüyle, yaşları gereği isyancı ve arayıştaki gençler de oradaydı.. Kimisi okul çantalarıyla, kimisi i-phone'ları, hevesleri, sevgilileri ve adrenalinleriyle..
   Bazıları derslerini, sınavlarını ekti, gitmedi. Bazıları otobüs ya da taksilerden inip biraz yürüyerek veya ailelerinin altlarına çektikleri arabalarını güvenli bir yere parkedip, sonra da eylemlere katılmak ve "devrimcicilik oynamak" üzere oradaydı..

   İt/kopuk da oradaydı..
ışığa gelen pervaneler gibi doluşmuştular üstelik, kargaşaya, polissizlik fırsatına..
  
   Seyyar satıcılar, yankesiciler, torbacılar, sivil polis ve zabıtalar da oradaydı..
  
   Ve tabii sanatçılar oradaydı. Ne de olsa "Sanat Muhaliftir" değil mi?
   
   Sendikalar da vardı, işçisiz, emekçisiz, işlevsiz, kadro/memurlarını gönderdiler günler sonra..

   Ve İşaretsiz, flamasız, bayraksız ve pek kimseye farkettirmeden ve sonradan gelen Aleviler vardı..
   Kimbilir nerelerde ve kimlerin gazına gelmiş, Suriye'de Esad'ın akıllı bir taktikle, bir mezhepsel çatışma kisvesine büründürdüğü içsavaşın, mecburi taraflarından biri olma provokasyonuna gelenleri Alevilerin..
   Kalabalık, ama dediğim gibi "işaretsiz ve bayraksız" bir kitle olarak, oradaydılar..

   Ve bana "karşı çıkma, yalnız kalırsın" diye uyaran (ama artık nedense, "gezi" ile ilgili tek kelime etmeyenleri de dahil), bir kısmı artık yüzüme bakmayan, kimi açıkça ve nefretle küfreden arkadaşlarımın, dostlarımın çoğu da oradaydı..

    Benzerleri burda da çok, Occupy fetişisti turistleri de atlamayalım,
onlar da oradaydı..
  
   Yani neredeyse işçi sınıfı hariç (onlar işlerinde, güçlerindeydiler, pazar günü de Kazlıçeşmeye gittiler..), hemen herkes oradaydı..

   Ben mi? ben herşeyin ortasında ama satıhta değil, maden ocağının dibindeydim..
yani en azından, hissiyat olarak..

   Fırat Erez