25 Temmuz 2013 Perşembe

Kanal İstanbul Projesi üzerine..

  Bu yazı,
Kanal İstanbul projesi üzerine, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji bölümünden, 52 not ortalaması ile 8 senede mezun olmuş, notunu gördüğünde "tüh ! 2 puan fazla çalışmışım" diyen, biyolojiye aşık ama hiç buluşamamış, mühendis kafalı bir fotoğrafçı tarafınan gündemin gösterdiği lüzum üzerine yazılmıştır. *

 İki sebepten, bir miktar da geç kalmıştır;

1. "ODTÜ eşiği" konusu, okumaktan nefret edilen 'okul metinleri'nin içinde aranıp bulunmalıydı.
2.  Stoacılığa (tabiri caiz ise) toslanıldı. Bilindiği gibi stoacılık, doğaya tapar. Her biyolojist, eğer ahlaksız değilse mutlak biraz stoacı olmalı iken, iş bu yazı (olasılıkla az bildiğinden) o ahlaksız biyolojistlerden biri tarafından yazıldı
( stoacılık için; http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_sozlugu/s/stoacilik_nedir_ne_demektir.asp )

  Önce hocamızı tanıyalım; http://www.cevre.hacettepe.edu.tr/turkce/prs/sayfalar/Cemal/Cemal.shtml Kendisi, bilimsel yetkinliğinden kuşku duyulamayacak biri olmasının dışında "çöl tozları" incelemesiyle ayrıca başarılı bulunan bir bilim insanı.  
  Ve Kanal İstanbul ile ilgili fikirleri şöyle; http://haber.gazetevatan.com/felaket-olur-unutun/556947/1/gundem
Aslında yazı sadece bu kadar değil. bu kısaltılmış  ve bazı ekler yapılmış hali. orijinali şu http://www.havadantozdan.com/cilgin-proje-neden-olmaz/


  Yazıda da görülebileceği gibi Prof. Dr. Cemal Saydam, kanalın, karadeniz suyunu Marmaraya deşarj eden bir yapı olacağını ve bunun çeşitli çevresel etkilerini tartışarak, sonucu bir "çevre felaketi" olarak ilan ediyor.
  Haddim olmayarak, kendisiyle aynı fikirde olmadığımı ilamla açıklamaya çalışayım;
  Başlangıç için sn Saydam'ın da anlattığı, 3 deniz ve 2 boğaz ile ilgili temel bilgileri basitleştirerek gözden geçirmekte fayda var.

1.AKDENİZ; bir Tuz çölüdür. çok fazla tür zenginliği bulundurmakla beraber besinin azlığı yüzünden türlerin populasyonunun artmasına izin vermez. Tuz yönünden zenginliği, suyunu, söz ettiğimiz denizlerin en ağırı yapar.

2.EGE; Aslında, Akdenizin bir uzantısıdır. Çanakkale boğazından gelen Besin değeri yüksek (pis) su tarafından kirletildiği için belli türlerin çoğalmasına izin verir. Bu bakımdan özellikle boğaza yakın bölgeleri balıkçılığa uygundur.

3.ÇANAKKALE BOĞAZI; yaklaşık eşit miktarda suyu üstten Marmaradan Ege'ye, alttan da Ege'den Marmaraya geçirir. Bir anlamda Marmarayı temizlerken Egeyi kirletir.

4.MARMARA; Karadenizden gelen hafif su, Marmaranın üzerinde 25 m'lik bir tabaka olarak yavaşça Çanakkale boğazına doğru akar. bunu yaparken daha derin bölgelerdeki havayla temas etmeyen suyu oksijensiz bırakır. Yani Marmarada hiç bir zaman çok bol balık bulunmamıştır.

5.KARADENİZ
7000 yıldan beri denizdir. önceden tıpkı Marmara gibi bir göldü. sürekli ırmaklarla beslenir, tuzluluğu düşük (ki bu hafif de demektir) ve kirlidir. bu bakımdan az sayıda tür her zaman büyük kitlelerle (populasyon) bulunur. Türkiye balıkçılığının %80'i Karadenizde yapılır ve onun da %80'i hamsidir.

6.İSTANBUL BOĞAZI; Tıpkı Çanakkale gibi Karadenizin hafif suyunu üstten, Egenin ağır suyunu alttan Marmara ve Karadenize servis eder. ancak bir farkla;
  ODTÜ'lüler tarafından bulunduğu için "odtü eşiği" de denen, deniz seviyesi altında 50 metre derinliğe kadar yükselen, bir zemin çıkıntısı tarafından Ege'den gelen su engellenir. Eşikten kalan kısım, yani 50m'lik yüzey, Karadeniz'den gelen suyun işgal alanıdır.
Hem boğazın yapısı ve hem de bu zemin engelinin yarattığı karmaşa yüzünden akım düzensizleşir ve sular bir miktar karışır. Bu da iki denizin su alışverişi ölçümü zorlaştırır.
Hocamız, Marmara suyunun Karadeniz'e geçiş ölçümünü (eğer yanlış anlamıyor isem) en iyi kendi ekibinin yaptığı iddiasında ve yüksek olasılıkla haklı da. Ancak, yine de belirtmekte fayda var ki Marmara suyunun Karadeniz'e geçişi verdiği rakamlardan az olabilir. Biz bu alışverişin en birbirine yakın olduğu oranları alalım, şöyleler;
Karadeniz'den Marmara'ya yılda 300 k.m.küp
Marmara'dan   Karadeniz'e yılda 125 k.m.küp

Yani her yıl Karadeniz, İstanbul boğazı aracılığı ile Marmaraya en az 175 k.m.küp su boşaltmakta ki bu Kanal İstanbul'un da yapacağı şeyin aynısı.
Sözün kısası, Kanal istanbul Karadenizden Marmaraya akan suyun miktarını artırmaktan başka birşey yapmayacak. (bu bağlamda Karadenize kıyısı olan ülkeler, açılan bir boğaza kızmaz ama kapanan bir boğaza kızar.)
Peki bu, bütünüyle "zararsız" kabul edebileceğimiz bir durum mudur? Bu noktada özellikle derinliği 25 m. olarak tasarlanan kanalın ne miktarda su taşıyacağı önemlidir ve hesabı da sanıldığı kadar kolay olmasa da yapılamaz değildir.
(Bunun dışında, Kanal İstanbul'da çift yönlü akışın, alttan Marmara ve üstten Karadeniz suyunun akmayacağının da garantisinin olmadığını düşünüyorum. Ancak yine de önermeleri, olmayacağı üzerinden yürütüyorum.)
   Kanal İstanbul'un getireceği iki olgu net.
1. Karadeniz, Marmaraya daha çok akacak
2. Kanalın giriş ve çıkışlarında su dengesi değişecek.
    (önemli bir konu daha var ki o da kesilen akiferler. ancak, buna daha sonra değineceğim.)
   İlk beklenen sonuç, 7000 yıl boyunca, Marmara denizi üzerinde 25m kalınlığa ulaşmış ve dip yaşamını boğan, (hocamızın deyimi ile) Marmara'yı astımlı bir hasta yapan "Karadeniz suyu" tabakasının kalınlaşması olacaktır. bu konuda, halihazırdaki durum için şöyle diyor hocamız; "Oksijenin denizlerdeki kaynağı elbette atmosferdir ama gel gelelim oksijen de bu tabakayı geçemez."(ayrıca ışığı da kesiyor)
Ancak şöyle bir durum var;
  Sözkonusu tabaka, dip suyuna oksijen ve ışık geçişini engelliyorken, kalın ya da ince olması arasında ne fark var?
  Bu sorunun cevabı 'kesinlikle yok' değildir, ancak Kanal İstanbul'un debisi üzerinden, tahmin de edilebilir. Burada şahsi fikrim, sonuçlarının Prof.Dr. Cemal Saydam'ın söylediği, sonsuz döngü ile gelen "Felaket" gibi olmayacağıdır.
olacak olan, en kısa ve net ifadesiyle;
Karadeniz, eskisinden daha temiz, Marmara biraz daha pis ve keza Ege, çok az miktarda daha pis.
     Tam burada sözüm, "sen hocandan daha mı iyi bileceksin?" diyenlere;
     Hayır. Fakat bu tahminlerin daha sağlıklı yapılabilmesi için gereken veriler elimizde yokken, yapılan, "hocamın tahminine tahminim"dir der, değeri okuyucuya bırakırım.
     Saydam, yukarıda linki verilen daha uzun yazısında, deşarjın, sadece Marmarayı değil, özellikle İzmit Körfezini de olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Ancak zaten kapalı bir su havzası olduğu için sınayi kirliliği yüksek körfeze su girişinin bir devirdaim yaratıp (evet, organik kirliliği biraz artırarak ama kimyasalı azaltarak) körfezi, görece temizlemesi olasılığını da atlıyor.
     Atladığı bir yer daha var sayın Cemal Saydam'ın;
Uzun uzun boğazın tehlikeli trafiğini anlattıktan sonra, uluslararası antlaşmalardan dem vurup, "kimseyi oradan geçmeye mecbur edemezsiniz" diyor, kimsenin mecbur edilmesine gerek olmayacağını atlıyor. (bir gün, bir Rus uçak gemisi, illa ki ben Boğaz'dan geçeceğim diye tutturursa da onu o zaman düşünürüz.)
     Sayın hocam Prof.Dr. Cemal Saydam ortalığa bolca hidrojen sülfür kokuları saçarak sanatın edebi alanlarında teknik bilgi ve birikimiyle at koşturmuş, helali hoş olsun.
     Yukarıda küçük bir yalan söyledim. İddiamın bir dayanağı var. Hocamın kullandığı bir hava fotoğrafı üzerine biraz çalıştım. Fotoğrafta, en fazla 1,5-2 piksellik yer işgal eden, gerçek genişlikleri ise 39 metre olan boğaz köprülerinden referansla, 6 piksellik bir fırçayla kanalı çizdim (ki en azından120 m eder).
Böylece 100 m genişliğinde olacak Kanal İstanbulun, İstanbul boğazı ile karşılaştırmalı bir "değerini" oluşturmuş oldum.
Sözkonusu fotoğrafı yukarıda, yazının başında görebilirsiniz

Fırat Erez.


















16 Temmuz 2013 Salı

PROVOKASYON, VAR MI YOK MU? *

provokasyon var mı, yok mu?
provokasyon nasıl oluşur? nasıl yönetilir?
Ethem Sarısülük'ün öldürüldüğü günün ertesinde, olayın filmleri ortaya çıktı.
aynı günün öğleninde 1, akşamında başka bir açıdan diğeri.. 3. film 3 gün kadar sonra ve 4.ve sonuncusu ise şu meşhur, yukarıya dönen mobese kamerasınınkiler 10 gün kadar sonra.
ilk film ortaya çıktığında, filmi (3 el atışın 1sn önce ve 1 sn sonrasına yoğunlaşarak) onlarca kez izledim.
polis kesinlikle havaya ateş ediyordu, 3 atışın 3'ü de, grup içindeki kimseyi hedef alamayacak bir açıdaydı
(burada kamera görüntülerinin yanıltıcı olabileceği konusunda, güvenilir birinden bir uyarı da aldım ama açıda yanılma olmaz diyerek aldırış etmedim. sonrasında söylenenin haklılığını anladığımda, o güne kadar bilmediğim bir optik yanılsamayı da öğrenmiş oldum)
peki, eğer öyleyse E.S. nasıl ölmüştü?
2.ci bir silahın orada bir yerde bu fırsatı beklediğini ve sırf provokasyon amacıyla olayda birinin ölmesini sağlayacak atışı yaptığını düşündüm.
çünkü gezi parkı olaylarının bir zincirleme reaksiyonu tetiklediğini, sürece başından değil ama sonradan, bazı müdahalelerin olduğunu,
aynen hükumetin söylemlerindeki gibi "sürece düşman", bir takım karanlık ellerin, olaylara müdahil olduğunu düşünüyordum, hissediyordum.
böylece, aslında kurulumu neredeyse imkansız olan, böyle bir tezgahın varlığına inanma eylimine girdim. yanılgım yarım gün kadar sürdü.
sonrasında 2. film ortaya çıktı.
ilk filmi izlediğim şekilde 2.'de izledim ve filmlerin içinde polisin kolunun düşüşünü, elinde silahının dönüşünü, E.S.'ün kalkan taşıdığını, 3. atışla senkronize, başının, sağ tarafından aldığı darbeyle savruluşunu vs ayırdedebildim.
o günden sonra da bu olayın yargısını "bir kaza" olarak verdim. 3 gün sonra ortaya çıkan filmde, E.S.'ün de içinde olduğu bir grup gösterici tarafından, kötü şekilde sıkıştırılan polisin, taş darbeleri altında geri çekilirken kalkanlarını da bıraktıkları görüntüler vardı.
E.S'yi vuran polis de olasılıkla ya o gruptan veya yakındaki bir ekiptendi. önce yayınlanan 2 film (E.S.'nin vurulmasını gösterenler) olayların bu "polis geriçekilmesi"nden sonrasını anlatıyordu..
polis (belkide kalkanını kaybettiğinden) gereksiz bir atılganlık gösterirken, gösterici grubunun içinde tek kalıyor,
kendine kaçabileceği bir alan fırsatı yaratmak için havaya 3 el silah sıkıyor,
ancak hem geri dönüp kaçma eylemine erken girerek kolunu düşürdüğü için
ve hem de silahı gevşek tuttuğu için,
3. atışta Ethem Sarısülük, soluna bakarken kafasının sağ yanından vuruluyordu.
(burada, yaptığının farkında olmayan polis memurunun, dönüp kaçmaya başladıktan sonra, namlusunda hala mermi ile kurulu durumdaki silahını, yere tutmayıp sopa gibi sallayarak polis arkadaşlarına doğru koşmasına dikkat!

buraya kadar, kişisel bir deneyimim (ve yanılgım) üzerinden Provokasyon algısına bir açıdan bakıldı.

şimdi gelelim OTPOR, Mehmet Ali Alabora ve tiyatrosu ve de şu Zello meselesine.

yukarıda, eksik bilgiyle yanılarak vardığım bir sonucu örnekledim. utanmadan(!), yine aynısını yapacağım. atıyorum, belki tutar :) ..

soğuk savaşın bitip, devlet - halk çelişkilerinin görece yumuşak bir seviyeye çekildiği, kabaca tarifiyle "iletişim halindeki uygar dünya devletlerinin artık kendilerine aleyhtar göstericilerin üzerine ateş açmadığı"
bir dünyada yaşadığımız söylenebilir.
Devletin anti-gösteri önlemleri teknolojik ve genelde hukuk üzerinden çalıştırılırken, göstericiler (potansiyel, kinetik ya da kronik, farketmez) belli taktik ve yöntemlerin paylaşımına girerek devleti ve uzantılarını felç etmenin yeni yöntemlerini geliştiriyor ve paylaşıyorlar. bu statüko'nun üzerinde de belli örgütlenmeler oluşuyor. OTPOR da yöntemlerin aktarımı, analizi ve geliştirilmesi, paylaşımı gibi konularda uzmanlaşarak kendine bir alan yaratmış, bu alandan beslenen, burada yaşayan insanlardan ibaret bir çekirdek. bir yanıyla bir "marka" olarak kendini pazarlarken, bir yanıyla da OCCUPY/isyan-işgal uzmanlığını ve donanımlarını satıyor.
orada burada karşımıza çıkması normal bu örgüt'ün komploculuk parantezinde anılması bir olgunun gözden kaçırılması anlamına geliyor; o olgu, "isyan endüstrisi" .

ve geliyoruz, Mehmet Ali Alabora'nın insanların, sosyal medya vs sayesinde, çağdaş bir ülkenin diktatörüne karşı ayaklanma-örgütleme dersleri verildiği söylenen oyununa..
Arap Baharının o çok meftun olduğumuz sosyal medya sayesinde şahlandığı, zafere ulaştığı, hepimizin malumu (en azından kanaati).
bu "gereç" ve kullanım koşulları üzerine bir öykü kurmak, yazmak, sahneye koymak da, yine şaşılacak bir yön yok. bir fenomen oluşuyor ve sanatçılar da doğal olarak konuyla ilgili eserler üretiyor, katılıyorlar.
bu tarz üretimleri de bir yanıyla yukarıda bahsedilen "isyan endustrisi"ne sokmak mümkün.

yukarıda anlatılanlar, (ve biraz sonra anlatılacak) zello gibi uygulamalar kendiliğindenci ontolojilerine rağmen aynı zamanda da müdahaleye açık yapılar.
 küçük ve fakat yerinde çabalar harcanarak, otpor vs gibi örgütlerin belli bölgelerde etkilerini yoğunlaştırmaları, yöntem önerilerini yumuşaktan sert'e doğru evirmeleri gibi manuplasyonların yapılmadığını düşünmek ise biraz "safiyane" kalıyor.
örneğin M.A.Alabora nasıl bir etki altında kalmış olabilir, tahmine çalışalım;

TC'nin ortadoğu politikalarından ve özellikle de Kürt barışına kesinlikle karşı bir takım odakların varlığını "hayal edelim" :) çok zor değil, değil mi?.
ve Alaboranın sahnelediği cinsten, bir de oyun gerekiyor öykü için ki bulunması zor değildir, yukarıda anlatıldı..
sonrası Türkiyeden bir piyon bulmak.
bu piyon, toplumda saygınlığı yüksek, "sanatçı muhaliftir" önermesini aksini hiç düşünmeden kabul edecek bir yarı cahillikte,
ve fakat yine de zeki (en azından buna kendini inandıracak miktarda) ve koşullanmış bilgi donanımı dışında iyi bir organizasyon yeteneği ve olanaklılığı da olmalı.
M.A.Alabora uygundur, diğer seçenekler ya net taraflı ya da uyanık olduklarından veyahutta L.Kırca örneğindeki gibi elini bulaştırmak istemeyeceğin cinsten olduklarından elendiler.

iyi kurgulanmış bir Tiyatro eseri, yeterince sponsor, biraz sırt sıvazlama oyunun partneri olarak seçilen "oyuncu"yu ikna etmekte yeterli olacaktır.

bir taşla 2 kuş vurulur, hem gençlerin ellerindeki vazgeçilmez aksesuarlarının nasıl toplumu toptan değiştirecek bir silaha dönüşebileceğinin bilgisi aktarılır (mezbul miktar ajitasyonla)
ve hem de ülke genelinde güvenilirliği yüksek bir insan üzerinden, gelecek "komplo" suçlamaları, baştan itibarsızlaştırılır..

yukarıda "oyun" ile ilgil anlatılanlar tamamen yanlış da olabilirler.
olaylar tamamen bir oyunun sırf iyi yazılmış ve güncel bir fenomenin yorumunu içermesi yüzünden de, Alabora tarafından seçilmiş ve oynanmış olabilir
ama olmayabilir de..

bir de Zello meselesi var. bir tür sesli twitter gibi iş gören bu sistemin de birden yaygınlaşmasında belli manuplasyonlar yapılması ihtimali var.
ancak eylem aktivitesi içinde yazarak değil de konuşarak mesajlaşmanın taktik değerini gözden kaçırmamak lazım.
manuplasyon olabilir, olmayabilir de.
ve son kez zello üzerinden ve  Houston'dan gönderilen mesajlar..
bu konu Server adreslerinden kaynaklı bir yanlış algı olabilir ama olmayabilir de..

gezi olaylarının, en azından direnişçilerin (ya da sonradan devreye girecek "dış ve iç güçlerin") kararıyla ve iradesiyle başlamadığı kesindir.
( konu üzerine yazılmış bir kurgu denemem; "PARKIN O KÜÇÜK PARÇASI" http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013_06_01_archive.html )

ancak şu da kesindir ki,
TC ve Kürt hareketinin ittifakla başlattığı, ulus devleti yerel yönetimler ve giderek, federatif özgür yapılarla zayıflatan, çözümcü ortadoğu projesine,
yüz yıldır ortadoğuyu perde arkasından regule etmiş İngilterenin,
soğuk savaş öncesi hakimiyet ağlarıyla direnen ve ortadoğuda İsrailden başka partner istemeyen ABD Neoconlarının,
3.havaalanı ile büyük sekteye uğrayacak Almanların,
AKP'nin burjuvazisi denebilecek anadolu kaplanlarıyla, AKP nin antienflasyonist politikalarından hiç hazzetmiyen arkaik 1.Cumhuriyet kalıntısı rantçı burjuvazinin,
ve İranın ve Suriyenin ve Rusyanın ve Kürt barışı ile güçlenen Türkiyenin karşısında pozisyon alan bilumum çevrenin,
 tüm bu olaylar sırasında elikolu bağlı beklediğini düşünmek en hafif deyimle, saflıktır.

biraz uzun oldu, farkındayım sn Görmüş, umarım okursunuz.
bu arada, geçenlerde, Taksim Dayanışma ve Gezi tavrını konu alan 2 yazı üzerine SN Esra Arsan ile bir tartışmaya girdik.
konuyla ilgili cevabımı şu yazıda topladım. arada sizin konunuz da geçmekte. belki ilgilenirsiniz;

http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013/07/gezi-parki-olaylari-twitter-uzerinden.html

sevgiler saygılar

Fırat Erez.


*not; yukarıdaki yazı sn Alper Görmüş'ün şu yazısına;  http://m.t24.com.tr/yazi/muhafazakarlar-da-gazete-degil-mucadele-bulteni-istiyor/7062 yorum olarak yazılmıştır.
    

11 Temmuz 2013 Perşembe

GEZİ PARKI OLAYLARI
(twitter üzerinden gerçekleşen bir tartışmanın gösterdiği lüzum üzerine, sn Esra Arsan'a cevap mahiyetinde yazılmıştır.)


    öncelikle, "Taksim Dayanışmanın suçu ne?" sorusuna cevabım, hukukçu olmadığımdan kişisel normlar üzerinden olacak.
  Takdir edip etmemek, benim değil okuyucunun kendi normlarına ve onlarla olan ilişkisine kalmıştır.
  
 yargılama için olayın başına dönmek gerek;

"çadır yakmak*" gibi gayet provakatif bir biçimde başlayan/başlatılan olayların ilk bölümü 3 gün sürdü. giderek artan direnişin sonunda polis (devlet), meydanı halka bırakarak çekildi.
   (bu tek başına, tarihte örneği az görülmüş bir olgudur. hiçbir devlet, merkez meydanını günler boyunca bir gösterici kitlenin eline bırakmaz. polis/devlet şiddeti naraları atarken, bunu da düşünmek gerekir.)
 
  saçma bir kışla replikası yapımı adına, bir parkın yokedilmesine gösterilen haklı tepki, bu aşamada net bir zafere evrilmiş oldu. polisin çekilmesiyle gezi parkı ve meydan biraz kaotik de olsa bir şenlik alanına döndü. bu andan sonra (başbakanın yanılmıyorsam Fas'tan yaptığı) tipik çemkirmeli konuşması hariç, hükumetin söylemi yumuşamaya başladı. önce parkı yoketmek gibi bir gailenin olmadığı, parka müdahalenin, yeraltı yollarının tretuarları için (genelde söylenenin aksine anıtlardan izni alınmış) bir küçük parçasına yapıldığı açıklandı. bunun dışında da yetkililerin referandum, halka sormadan otobüs duraklarının bile yerinin değiştirilmeyeceği türünden açıklamalarını duyduk.
 sağ liberal hükmetme tarzının, örnek bir "ben yaptım oldu"culuğuna verilmiş bu haklı tepki, aslında bir sivil toplumcu sıçramaydı ve geniş katılımlı, doğrudan demokrasili gelecek seçeneklerine göz kırpıyor, insanın içini umut ve heyecanla dolduruyor, "gerçek bir ileri demokrasi" hayalleri kurduruyordu.
   ancak olaylar böyle gelişmedi, geliştirilmedi.
önce, gezi işgalcilerinin iradesi, örgütlenmesi engellenerek, olayın başından beri içinde bulunan tek kurumsal yapıya, çok bileşenli Taksim Dayanışmaya tahvil edildi.
  aynı esnada olaylar, Türkiye geneline yayılmış, neredeyse 2,5 milyon insanın ve her cins ve tipten örgütün katıldığı, bolca şiddet içeren, polis ve AKP (özellikle de başbakan) karşıtı gösterilere dönüşmüştü. ülke genelinde "arap baharı" benzeri bir isyan havası gittikçe yayılıyor, bu minvalde açıklamalar yapılıyor, tweetler atılıyordu. ilk 3 gün ortalarda hiç görünmeyen birileri çıkmış, meselenin 3-5 ağaç olmadığını, daha ileri bir amaç içerdiğini söyleyerek yangını körüklüyordu.

  (burada şahsi bir süreci anlatmaya girmeliyim. basılı bildiri dağıtmak da dahil, çeşitli mecralarda, gezi direnişinin bir konsey oluşturmasını, taleplerini park üzerinde yoğunlaştırıp, demokratik hakların geliştirilmesi üzerinde durarak, hükumetle pazarlığa oturmasını, polisin geziye saldırmayacağı sözü karşılığında meydan işgalinin sonlandırılmasını savunup, açıkça da önerdim.
  ama tabii ben hala anlamamıştım :) , mesele 3-5 ağaç değildi..)

  ülkenin genelinde süren olaylarda, insanlar ölür ve sakat kalırken, gezidekiler hiçbir şey yapmadan yan gelip yatıyor, komün ve direniş güzellemeleri yazıyorlardı. aniden devrimcileşmiş bir takım medyatik tipler, geziyi neşeyle şereflendirip yaz tatili öncesi toplumsal mecburiyetlerini yerine getirirken oluyordu bütün bunlar.. ve tam bu sırada Taksim Dayanışma bir talep listesiyle ortaya çıktı.
tabiri caizse "bir, analarının nikahını istemedikleri kalmıştı" devletten, 3. köprü yapılmayacak, havaalanı inşaatından vaz geçilecekti vs vs..
  karşılanması imkansız bu maksimalist taleplerle biryere varılamayacağını bilmediklerini düşünmek,
hayır, safdillik değil, düphedüz gerizekalılıktır.
  kısacası, süreç içinde Taksim Dayanışma, başbakanla yapılan görüşmeyi provoke etmeye çalışmak da dahil bir çözüme varılamaması için, elinden geleni ardına koymadı..
  bunlardan biri de, (Alper Görmüş'ün yazısı burada devreye giriyor) yayalaştırma projesinin durdurulma kararının, bilindiği halde, "gerekçeli kararı bekledik" gibi karga güldüren bir bahane arkasına saklanılarak, Taksim Dayanışma tarafından hasıraltı edilişiydi..
  sonuçta olaylar, çeşitli biçimlerde 31 mayıstan bu yana hala sürüyor/türlü odak ve akılfikir sahiplerince sürdürülüyor..
  sözün kısası Taksim Dayanışma, olaylar boyunca çözüme değil, yalnızca olayların daha büyüyüp, mümkünse hiç bitmemesine, hükumetin giderek sertleşeceğine ve karşı tepkinin daha da yayılacağına yönelik bir strateji izlemiş, tüm adımlarını bilerek veya bilmeyerek bu doğrultuda atmıştır.
  bu hareket tarzıyla Taksim Dayanışma, tüm ölümlerin ve yaralanmaların ve zarar ziyanın ve iyice gerilmiş toplumsal kutuplaşmanın ve tehlikeli noktalardan dönmüş barış sürecinin ve ülkenin sair kayıplarının asal suçlusudur. çok isteyen, Taksim Dayanışmanın yanına o ilk gün çadırları yakan dangalağı da koyabilir, vicdanımın hapisanesinde yalnız kalmamış olur böylece..
  tüm bu suçlarının yanında ve bence bunlardan da önemli bir suçu daha var Taksim Dayanışmanın; o da, ülkenin demokrasisinde neredeyse dünyaya örnek oluşturabilecek bir sıçrama hamlesini katletmesidir..

  şimdi gelelim Alper Görmüş'ün Esra Arsan tarafından "taraflılık"la suçlandığı tavrına;
Görmüş yazısında, benim yukarıda yazdıklarımı falan söylemiyor. o, gayet basit bir soruyu, üstelik de Esra Arsan'ın söylediğinin aksine Taksim Dayanışma'ya, Hükumete ve hatta "gerekçeli karar 1 ay sonra" diyen mahkemeye de soruyor, "tansiyonu düşüreceği kesin olan böyle bir açıklamayı niye gizlediniz?" ve tabii Taksim Dayanışma cevabını türlü mırın kırınla "efendim, gerekçeli karar.." şeklinde ifade edebiliyor ancak.
  Görmüş'ün sorusu neden bu kadar önemli oluyor? Görmüş, neden taraf tutmakla suçlanıyor?
basit. çünkü soru öyle bir soru ki ve öyle bir tavrın ifadesine gösterge oluyor ki, taraflar tutuşuyor.
çünkü, bir ikiyüzlülüğü faş ediyor. Çünkü, yukarıda yazdığım "Taksim Dayanışma suçları"nın delili oluyor da ondan ve tabii bir saldırı olarak algılanıyor..
  Esra Arsan da olayı aynen böyle algıladığı için Görmüş'ü taraflılıkla suçluyor, gazetecilik bağımsızlığı, meslek ahlakı, haber'i görüşlerinin hilafında olsa bile atlamamayı gerektirmesine rağmen üstelik de..
  ve sn Esra Arsan'ın twitter bio'sunda şöyle yazıyor; "Professor of journalism/Gazetecilik akademisyeni." nokta.
                     (son)


*çadırların yakılmasıyla ilgili bir deneme yazmıştım; http://robotdaneelolivaw.blogspot.com/2013/06/o-kucuk-parcasi-gezi-park-olaylaryla.html